Vahit Türk

Tüm yazıları
...

MİLLİYETÇİLİĞİMİZİN KAYNAKLARI-97

12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.

1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.

Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.

2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.

İletişim:vahitturk1@hotmail.com

Vahit Türk

On Yedinci Yüzyıl Sultanları...

Kanuni’nin oğlu 2. Selim’den sonra devletin başına 1617 ile 1695 yılları arasında sırayla 3. Murat, 3. Mehmet, 1. Ahmet, 1. Mustafa, 2. Osman, 4. Murat, İbrahim, 4. Mehmet, 2. Süleyman, 2. Ahmet ve 2. Mustafa adlı sultanlar geçti. Bu sultanlardan 1. Mustafa’nın akıl sağlığı yerinde olmadığı halde Osmanlı soyundan tahta geçecek kimse bulunmadığı için zorunlu olarak tahta geçirildi ve bu dönemde yönetim hemen bütünüyle saray erkânının ve askerî bürokrasinin eline kaldı. Bir süre sonra Sultan Mustafa tahttan indirilip yerine çocuk yaştaki 2. Osman geçirildi ancak devlet düzeninde birtakım ıslahatlar yapmak ve kötü gidişi durdurmak dileğiyle bazı önlemler almak isteyen genç sultan, devlete çöreklenmiş olan menfaat çeteleri tarafından dört yıl kalabildiği tahttan indirildi ve on sekiz yaşında Yedikule zindanlarında boğularak öldürüldü. Sağlığında Sultan Osman da kardeş katli geleneğini uygulamış ve kardeşi Şehzade Mehmet’i öldürtmüştü. Bu dönem sultanları içinde en çok bilinen hiç kuşkusuz Sultan Osman’dan sonra tahta çıkan ve 1623-1640 yılları arasında devleti yöneten 4. Murat oldu. Uzunçarşılı’nın şu cümleleri ilgi çekicidir: “Sultan Murad, silahtarı olan Bosnalı Mustafa Paşa ile Revan kalesini kendisine teslim edip İstanbul’a gelen Emirgüne Han Oğlu Yusuf Paşa’nın tesirleri altında kalarak fazla içkiye ve diğer bazı sefih hayata düşmüş ve bu hâl ile o kuvvetli vücudunu yıpratmıştır.” Buradan anlaşıldığına göre Kadızadelilerin haram olduğuna dair verdiği fetvaya dayanarak tütünü yasaklayan sultan, aşırı içki içme ve başka bazı uygunsuz alışkanlıkları dolayısıyla sağlığını yitirmiş, gelecek vaat eden, devlet için, millet için umut olan, eski büyük sultanları hatırlatan 4. Murat, yirmi sekiz yaşında ölmüştü. Bağdat fatihi olarak anılan sultan öldüğünde devlet yönetiminde düzen sağlanmış ve geride dolu bir hazine kalmıştı.

Kaynaklar, 1640 yılında tahta geçen Sultan İbrahim’in sürekli öldürülme korkusuyla yaşadığından ruh durumunun bozuk olduğunu ve sekiz yıl kaldığı tahtta herhangi bir varlık gösteremediğini kaydeder. 1648 yılında tahttan indirilir ve yerine henüz yedi yaşında bir çocuk olan 4. Mehmet geçirilir. Böyle küçük yaşta çocuk sultanların tahta geçmesi, saraydaki hiziplerin devlet yönetiminde etkili olmak için büyük bir mücadele vermeleri sonucunu doğuruyor ve devletin işleyişi bütünüyle raydan çıkıyordu. Sultanın olup bitenlerin farkına varıp yönetimi eline almaya çalışması ise devlette etkin olan menfaat şebekelerinin düzenlerini bozduğu için sultan aleyhinde entrikalar başlıyor ve sürekli bir huzursuzluk durumu yaşanıyordu. Avcı unvanlı bu sultanın yirmi sekiz yıllık saltanatı süresinde devleti Köprülüler yönetmiş, sultan, kendi çocukları doğduğunda kardeşlerini boğdurmak istemiş ancak Hatice Turhan Sultan’ın müdahalesiyle şehzadeler kurtulmuştur. Avcı Mehmet, av düşkünlüğünden dolayı devlet işlerini ihmal ettiği gerekçesiyle 1687 yılında tahttan indirilmiş, 1692 yılındaki ölümüne kadar da gözetim altında yaşamıştır.

4. Mehmet’in tahttan indirilmesinden sonra başa, 1687-91 yılları arasında hüküm sürecek olan 2. Süleyman geçer. Hat sanatıyla ilgilenen bu sultanın zamanında devlet yönetimi büyük ölçüde Fazıl Mustafa Paşa’nın eline bırakılır. 1691-95 yılları arası ise 2. Ahmet’in sultanlık yıllarıdır.

Çağın Bilginleri, Sanatçıları, Sanat Eserleri...

On altıncı yüzyılın ikinci yarısı ile on yedinci yüzyıl içinde birtakım bilgin ve sanatçılar dikkat çeker. Bu kişiler, doğal olarak o dönemin medrese bilimi anlayışıyla değerlendirilmek durumundadır. Medreseler, yalnız din bilimlerinde eğitim yapan kurumlar değil, zamanın her bilimiyle ilgili eğitim veren çağın üniversiteleri olarak değerlendirebileceğimiz kurumlardır. Medrese eğitiminin önemli bir farkı, uzmanlık alanlarının bugünkü gibi kesin çizgilerle ayrılmış olmaması ve bir bilginin pek çok bilim alanında yetişmesi, bu alanlarda eserler bırakmasıdır. Her ne kadar bazı alanlarda uzman yetiştiren medreseler olmuşsa da bu durum yaygın olmadığı gibi böyle yerlerdeki eğitimde de yine bugüne göre bir genellik söz konusudur.

On altıncı yüzyılın önde gelen bilginlerinden olan Nevi Efendi, şehzade hocalığı yapmış ve iyi bir şair olduğu gibi hem bir din bilgini hem de iyi bir mantıkçıdır. Bu çağın bir başka önde gelen bilgini Künhü’l-Ahbar adlı tarih kitabının yazarı Gelibolulu Ali’dir. Ali’nin Künhü’l-Ahbar dışında da pek çok eser yazdığını biliyoruz. Bu çağda şehzade hocalığı yapan bilginlerden biri de Nevâlî’dir. Nevâlî’nin ahlak ve felsefeyle ilgili çevirileri önemlidir. Dönemin divan sahibi büyük şairlerinden biri ise Nevizade Atayi’dir. On yedinci yüzyıl başlarında İstanbul’da doğan Kâtip Çelebi (Hacı Halife), Osmanlı’nın son dönemlerinin en büyük aydını ve bilgini olarak kabul edilir. Kâtip Çelebi hem hoca olarak öğrenciler yetiştirdi hem devlette memurluk yaptı hem de başta tarih ve coğrafya olmak üzere çeşitli alanlarda oldukça önemli eserler yazdı. Keşfü’z-Zünun ve Cihannüma Kâtip Çelebi’nin en çok bilinen iki önemli eseridir, onun bunlar dışında da pek çok eserinin olduğunu biliyoruz. Din, ahlak, siyaset ve tasavvufla ilgili eserleriyle ünlü kişilerden biri de Sarı Abdullah Efendi’dir. Bu dönemde ayrıca Hıbrî Ali Efendi, Hezarfen Hüseyin Efendi, Müneccimbaşı Ahmet Dede gibi kişileri de anmak gerekir.

Bu çöküş döneminde Hafız Post ve Itrî gibi Türk müziğinin iki büyük üstadı yaşamış, bunlar, Avcı Mehmet’in yakınında bulunmuş ve çok bağışını görmüşlerdir.

On yedinci yüzyıl Osmanlı ülkesinin en dikkate değer kişilerinden biri, bütün dünya ölçeğinde büyük öneme sahip olan seyahatnamesi ile Evliya Çelebi’dir. Hoca Ahmet Yesevi soyundan olduğunu belirten Evliya Çelebi, anlatımında görülen bazı abartmalarıyla zaman zaman değersizleştirilmeye çalışılır ancak onun eseri hem dilimizin anıt eserlerinden biri hem de yaşadığı çağın tarihini, coğrafyasını, kültürünü, anlayışını günümüze ulaştıran bir kaynak eserdir. Henüz gerektiği gibi ve yeterince üzerinde durulmayan bu anıt eser, yalnızca bizi değil, bütün Osmanlı coğrafyasını, yani bugün ayrı devletler halinde varlığını sürdüren pek çok halkı ve ülkeyi de ilgilendirir. Çünkü onun gezip dolaştığı çok büyük bir coğrafyanın hem yerel özellikleriyle hem sıradan insanlarla yani halkla ilgili verdiği bilgilerin büyük kısmını başka kaynaklarda bulma imkânımız yoktur.

Sultan Ahmet Camisi, bu çağda Türk mimarlığının şaheseri olarak dikkat çeker. Çinilerinden dolayı Mavi Cami olarak da ünlü olan eser, Selimiye ve Süleymaniye gibi insanların çok ilgisini çeken ve ziyaret edilen mimarlık anıtlarımızdan biridir. Dönemin ünlü mimarları olarak Davut, Dalgıç Ahmet, Mehmet, Kasım ve Mustafa gibi isimler bilinmektedir.

Bilindiği üzere hattatlık, “Kur’an-ı Kerim, Mekke’de indi, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı.” sözünün söylenmesine neden olacak kadar önemli sanat dallarından biridir. Büyük hattat Şeyh Hamdullah’ın etkisinin bu dönem hattatlarında sürdüğü konunun uzmanları tarafından kabul edilir. Bu çağda Kırımlı Abdullah, Diyarbakırlı Kasım Gubari, Şeyh Hamdullah’ın torunu Pir Mehmet, Üsküdarlı Hasan b. Hamza, Erzurumlu Halit, Tıflî Ahmet Efendi, Derviş Ali, İbrahim Efendi gibi daha pek çok önemli hattat vardır.

On yedinci yüzyılda bu sayılanlar dışında da çeşitli alanlarda bilginlerin ve sanatçıların olduğunu kayıtlardan ve bıraktıkları eserlerden öğreniyoruz. Konuyla ilgili pek çok çalışma yapıldı ve Osmanlı bilim ve kültür tarihi, bilginlerimiz tarafından incelenip araştırılmaya devam ediliyor.

Karlofça: Tarihin Ve Talihin Dönüm Noktası...

1683 yılında devletimiz ile Avusturya-Macaristan, Lehistan, Venedik ve Rus Çarlığı arasında başlayan savaş taraflar için son derece yıkıcı oldu. Artık savaşma gücü gittikçe tükenen her iki taraf da zaman zaman barış için zemin yokladı ancak barış, dört ay süren görüşmelerden sonra 1699 yılında yapılabildi.

Sultan 2. Mustafa elden çıkan yerlerin bir kısmının da olsa geri alınmadıkça barış olmasını istemiyor ancak Başvezir Amcazade Hüseyin Paşa, uzun süren savaşın iç durumu bozduğunu, halkın daha fazla vergi vermek istemediğini, savaşı sürdüren ordu için erzak sağlamanın imkânsızlaştığını, ülkenin her yanında asayişsizliğin hüküm sürdüğünü ve Hristiyan halkın yer yer ayaklandığını, hazinenin boş olduğunu, para basacak altının ve gümüşün kalmadığını anlatarak devlet erkanını ve sultanı barışa ikna etmişti.

Yapılan barışın sonunda hem Avusturya-Macaristan’a hem Lehistan’a hem Venedik’e hem de Rusya’ya bazı topraklar terk edildi.

Savaşın uzun yıllar sürmesi; idari, mali, askerî, adli ve iktisadi yönden birçok krizin doğmasına yol açmış, bundan sonra çıkan iç ve dış sorunlardan dolayı devlet bir daha kendini toparlayıp eski gücüne ulaşamamış, eski düzenini kuramamıştır.

Biz, Savunmakla Yükümlüyüz; Vermeye Yetkimiz Yoktur...

Uzun yıllar süren bu savaş sırasında yer yer büyük kahramanlıklar gösteren ve kendilerine emanet edilen kaleleri her türlü yokluğa katlanarak ve düşman içinde kalmalarına aldırmayarak büyük bir özveriyle savunan kişilerin varlığı dikkat çeker. Düşmanlarının bile takdirini kazanan bu kişiler, en umutsuz zamanlarında kendilerine yapılan kalenin teslim edilmesi önerisine karşılık “Biz, kalenin savunmasıyla yükümlüyüz, onu sizlere vermeye yetkimiz yoktur.” diye karşılık vermişler Türk tarihinin altın sayfalarını yazmışlardır.

Karlofça anlaşmasıyla sonlanan ve dört cephede çok değerli toprakların elden çıkması anlamına gelen bu savaş, Osmanlı ordusunun yeniden düzenlenmesi ve yeni usullere göre eğitilmesi gerektiğini göstermişti. Bu anlaşma, Osmanlıların askerlik gücünün önemli ölçüde zaafa uğradığını ortaya koymuş ve düşmanlar üzerinde yüzyıllarca süren Türk gücünün etkisini silmişti. Anlaşmanın sonunda Macaristan’ın tamamına yakını Avusturya’ya, Podolya, Kamaniçe ve Ukrayna Lehistan’a, Mora’nın hemen tamamı Venediklilere bırakılmıştı. Altınordu’dan kalan bütün hanlıkları yutan Ruslar, uzun yıllardır Kırım’ı sıkıştırıyorlardı, bu savaşın sonunda da amaçları Karadeniz’e açılmaktı, durumun farkında olan Osmanlı, buna engel olmaya çalıştı ancak Azak Kalesi’ni Ruslara bırakmak zorunda kaldı. Bu durum, Sovyetlerin dağılmasıyla Ukrayna’da kalan ancak 21. yüzyılda da buradan hiç vaz geçmeyen Rusya tarafından bir oldubittiyle işgal edilen Kırım için sonun başlangıcı olmuştu...

1699 yılında yapılan bu anlaşma; Osmanlı’nın büyük miktarda toprak yitirdiği ilk anlaşma olmasıyla tarihin dönüm noktası olarak değerlendirilir. Batı Türk devletinin bu tarihte başlayan çöküşü, 1919 yılına kadar sürecek ve Batı Türkleri, 1919 yılında bir varlık yokluk mücadelesi başlatmak zorunda kalacaktı.