Vahit Türk

Tüm yazıları
...

Milliyetçiliğimizin Kaynakları-XXVIII

12.06.1960 Sivas/Gürün Sarıca köyü doğumlu olan Vahit Türk ilk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1983 tarihinde Prof. Dr. Zeynep Korkmaz danışmanlığında hazırladığı “Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam Romanında Dil ve Üslup” adlı tezini vererek Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu.

1987 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun yönetiminde hazırladığı “Hatiboğlu Bahrü’l-Hakayık - Transkripsiyon” adlı teziyle yüksek lisansını, 1990 yılında Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy yönetiminde hazırladığı “Ali Şir Neva’i Mecalisü’n-Nefais İnceleme-Metin-Dizin” adlı teziyle de doktorasını tamamladı.

Fırat Üniversitesi, Trakya Üniversitesi, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi (Kazakistan), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde değişik akademik kadrolarda görev yaptı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı gibi idarecilik görevleri yaptı.

2006 yılında Sakarya Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak başladığı görevinden ayrılarak İstanbul Kültür Üniversitesi’ne geçti. Halen İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliğine devam etmektedir.

İletişim:vahitturk1@hotmail.com

Vahit Türk

İyi Kağan, Kötü Kağan

İnsanlık tarihinin büyük devletlerinden birini kurmuş olan Hunlar, Asya’nın hemen bütün halklarını etkilemiş, onların bir kez daha birbirlerine karışarak yeni halkların oluşmasına sebep olurken, bazı halkların da kaybolmasına yol açmış ve oldukça geniş bir coğrafyaya dağılmak suretiyle çeşitli kavimler içerisinde eriyip yok olmuşlardı. Orta Asya’nın bozkırlarından hareket eden Hun kitlelerinin, önlerine gelen halkları da yerlerinden ederek Karadeniz’in kuzeyinden Doğu Avrupa’ya indikleri, burada kurdukları devletle kısa sürede bütün Avrupa halklarını etkiledikleri, onların etnik yapılarını değiştirdikleri, sosyal hayatlarında birtakım değişmelere yol açtıkları, kültürlerinde de son derece etkili oldukları üzerinde durulmuştu.

Bütün bir kıtayı etkileyen bir halkın, oldukça etkili ve güçlü bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılan başbuğlarının ölümüyle etkisini kaybedip dağılması ve kısa sürede tarih sahnesinden çekilmiş olması, ciddiyetle üzerinde durulması ve çeşitli yönleriyle değerlendirilmesi gereken bir konudur. Buna benzer durumlar, konargöçer bozkır halklarının tarihinde sık görülür. Bu halklar, güçlü önderlere sahip oldukları dönemlerde çevrelerini etkilerine alıp egemen olurlar, güçlü önderlerin arkasından benzer ya da daha etkili güce sahip başbuğlar gelmediği takdirde bozkır kanunu işler ve güçlü bir öndere sahip komşu bozkır halkının egemenliği kaçınılmaz bir kader olur. Bu durumu Orkun anıt-yazıtlarındaki şu satırlar ne kadar da güzel ifade eder: “Anta kisre inisi kağan bolmış erinç, oglıtı kağan bolmış erinç. Anta kisre inisi, eçisin teg kılınmaduk erinç; oglı, kanın teg kılınmaduk erinç. Biligsiz kağan olurmış erinç; yablak kağan olurmış erinç. Buyrukı yeme biligsiz erinç, yablak erm,iş erinç”. (Ondan sonra kardeşleri kağan olmuş, oğulları kağan olmuş. Ondan sonraki kardeşleri, ağabeyleri gibi yaratılmadılar; oğulları, babaları gibi yaratılmadılar. Bilgisiz kağanlar tahta oturmuş; kötü kağanlar tahta oturmuş. Yöneticileri de bilgisiz imiş, kötü imiş). Bu satırların, yukarıda belirtildiği üzere, bozkır devletlerinin dağılmasının temel sebebini öncelikle kağanların kötü oluşuna bağladığı, ikinci sebep olarak da yöneticilerin kötü olmasını gösterdiği anlaşılıyor.

Konargöçer bozkır devletlerinde devlet aygıtını oluşturan kurumların yeterince ve devletin devamını sağlayacak ölçüde güçlü olmadığı, kağanın ya da yöneticilerin zayıflıklarını, eksikliklerini tamamlayacak yapıların yeterli olmadığı, dolayısıyla devletin yaşamasının ve güçlenmesinin, kişilerin akıllılıkları ve becerileriyle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Bizans’ın ve Çin’in uzun yüzyıllar boyunca pek çok devletin saldırılarına maruz kalmakla birlikte yaşamayı becermesini, onlar karşısında pek çok yenilgi alıp zaman zaman çok kötü durumlara düşmelerine rağmen bir biçimde varlıklarını sürdürmelerini, zaman içerisinde oluşturulmuş ve deneyim sahibi olmuş kurumlarıyla ilgili görmek hiç de yabana atılacak bir düşünce değildir. Bu devletler, zayıf yöneticilerin bıraktığı boşlukları, kurumlarında biriken deneyimleri sayesinde kapatmayı başarmış ve uzun süre yaşayabilmiştir. Bizans’ın, bozkır halkları tarafından defalarca kuşatılıp, oldukça sıkıntılı ve zor durumlara düşmesine rağmen varlığını sürdürmesi, iç dinamiklerinin devreye girmesiyle mümkün olmuş, ancak genç, yerleşik, güçlü kurumlara sahip ve dinamik Osmanlı Türk devleti karşısında yıpranmış Bizans’ın dayanması mümkün olmamıştır. Bu çöküş, kurumların da yıpranması ve onları yenileme gerekliliğini düşünecek ve bunu başarıp topluma yeniden bir canlılık kazandıracak güçlü önderlerin yetişmemesinin de bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Kısaca güçlü önder ve zamanın koşullarına göre yenilenen deneyimli kurumlar oldukça devletler yaşamayı sürdürebilir, birinden birinin eksikliği ve zaafı, hem devlette, hem de toplumda zaaf ve sonrasında zeval, yani yok olma anlamına gelir. Esasında tarih denilen şey, bize büyük oranda bu söylenenleri hikâye eder.    

Avarlar Avrupa’da

Türk tarihinin önemli olaylarından biri Avarlar ile Köktürklerin mücadelesi ve sonrasında gelişen olaylardır. Köktürkler, 552 yılında Avarların egemenliğine son verdiler. Bu mücadelenin sonunda galip gelenler Moğolistan’da Ötüken merkez olmak üzere Türk Kağanlığını kurdu, yenilen Avarlar ise yurtlarını terk edip Hunların gittiği yolu izleyerek Hazar’ın kuzeyinden Kafkaslara, oradan da Karadeniz’in kuzeyinden Doğu Avrupa’ya indiler.

Altıncı yüzyılın ortalarında Hazar’ın kuzeyinde ve Kafkaslardaki varlıklarından haberdar olduğumuz Sabirlerden, Avarların bu bölgeye gelmelerinden sonra bir daha haber alınamıyor. Bu durum, Avarların bölgede oldukça etkili oldukları ve bazı halkları bünyelerinde erittikleri anlamına gelir. Tarihte Sabir, Subar, Sibir, Suvar vb adlarla anılan bu Türk kavminin adı, ancak Sibirya kelimesinde ve başka bazı yer adlarında korunabildi. Anadolu’da Mardin ile Adıyaman’da karşımıza çıkan Savur, Suvarlı gibi yer adlarının da bu Türk kavminin adıyla ilgili olduğunu düşünüyoruz.

Avarların Kafkaslara ve İdil boylarına gelmelerinden itibaren Bizans kaynakları onlar hakkında bilgi vermeye başlıyor. Köktürkler, Avarları şiddetli biçimde takip etmişler ve onlar da yurtlarından ayrılıp onlardan mümkün olduğunca uzak yurtlara gitmeye çabalamışlardı. Köktürkler ile Avarlar arasındaki mücadeleyle ilgili olması bakımından değerli bir kayıt, Batı Köktürk kağanı İstemi’nin Bizans elçisi Zemarkos’a Avarların Türk egemenliğinden kaçan bir kavim olduğunu bildirmesidir.

Tarihi kayıtlara göre Avarlarla Bizanslılar arasındaki ilk diplomatik ilişki 558 yılında kuruldu ve bu yıl Kandik adlı bir Avar elçisi İstanbul’a gönderildi. Köktürklere yenilen Avarların, altı yıl gibi bir süre içerisinde Asya içlerinden Karadeniz’in kuzeyine gelmeleri ve Bizans ile muhatap olacak bir güç olarak kendilerini göstermeleri üzerinde durulması gereken bir konudur. Balkan kavimleriyle başı dertte olan Bizans, bu yeni gücü onlara karşı kullanmak niyetiyle Avar elçisine son derece iyi davrandı. Elçiye oldukça değerli armağanlar veren Bizans’ın Avarlarla yaptığı anlaşmaya göre Bizans, Avarlara her yıl bir miktar armağan gönderecek, buna karşılık olarak Avarlar da Bizans’ın düşmanlarına karşı savaşacaklardı. Bu, Bizans’ın kuzey Karadeniz’e ve Balkanlar’a gelen Türk kavimlerine uyguladığı gelenek haline getirdiği bir politikaydı.

Çok kısa bir sürede Sabirleri, Onogur ve Kutrigurları etkisiz hale getiren Avarlar, Kara Deniz’in kuzeyinin hâkim gücü oldu ve birtakım Slav halklarını da egemenlikleri altına alarak batıya doğru ilerlemeyi sürdürüp çok geçmeden Tuna kıyılarına ulaştılar.

Bizans’a ikinci elçi heyeti 559 yılında gönderildi. Oldukça kalabalık olan bu heyet, İstanbul halkının çok ilgisini çekmiş ve bütün İstanbullu bu tuhaf giyimli adamları görmek için sokaklara dökülmüştü. Avarların bu kadar tuhaf karşılanması, onların Hunlara göre farklı olduklarını gösterir. Çünkü İstanbul halkı, Hunları defalarca görmüştü, eğer Avarların giyim kuşamları Hunlara benzeseydi, halk onları bu kadar acayip karşılamazdı. Bu kez yapılan anlaşmaya göre; Bizans, Avarların Tuna kıyılarına yakın Dobruca bölgesinde kalmasına ses çıkarmayacak, buna karşılık Avarlar da Bizans’a yapılan Bulgar ve Slav akınlarını önleyecekti, ayrıca Bizans, Avarlara, ilk anlaşmada olduğu gibi, her yıl armağanlar, yani bir tür vergi gönderecekti.

560 yıllarında bugünkü Romanya ile Ukrayna’nın Karadeniz’e yakın bölgelerinde tam bir egemenlik kurduğu anlaşılan Avarların Slav halkları üzerinde oldukça etkili oldukları anlaşılmaktadır. Slav kaynaklarının “Obrı” diye adlandırdığı Avarlar, Slavların örgütlenmesinde ve Balkanlara yerleştirilmelerinde de önemli rol oynadı.

Avarlar, 560 yıllarından başlayarak başlarındaki son derece enerjik ve yetenekli bir kişi olan Bayan Kağan önderliğinde Balkanlar ve Orta Avrupa’da büyük fetih hareketlerine girişti. Bizans toprakları içerisinde yerleşmek üzere kendileri için yurt isteyen Avarların isteğinin Bizanslılar tarafından kabul edilmemesi üzerine onlar, Tuna nehrini geçip Bizans topraklarını işgal etti. Artık Avrupa’da ciddi bir güç olan Avarlar, bir kez daha geldikleri topraklara, yani Karadeniz’in kuzeyine yöneldi ve o bölgede tam bir egemenlik kurdular. Buna karşılık doğudan gelen ve sınırlarını Hazar’ın kuzeyinden Kafkaslara kadar genişleten Köktürkler, Avarların bu ilerleyişine kayıtsız kalmadı ve onlar da sınırlarını Kırım’a kadar uzatıp Avarlar ile komşu oldular. Böylece Karadeniz’in kuzeyinin doğu bölümleri Köktürk, batı bölümleri de Avar egemenliği altına girmiş oldu. Yani tarih bir kez daha Çin’den Orta Avrupa’ya kadar olan alanda iki devletli Türk egemenliğine tanık oldu.

Avarlar, Tuna’yı geçtikten sonra güneye doğru indiler ve Trakya bölgesine kadar olan Bizans topraklarına egemen oldular. Bir yandan Avar baskısı, bir yanda ise doğudan gelen Sasani baskısıyla oldukça sıkışık durumda kalan Bizans, Köktürklerin yardımıyla bu durumundan kurtulmayı başardı. Sasaniler, bütün Anadolu’yu geçerek Üsküdar’a kadar gelmiş, Avarlar ise Trakya’yı geçerek İstanbul’u kuşatmıştı.

Yedinci yüzyılın ortalarından itibaren Karadeniz’in kuzeyinde Bulgarlar güçlenmeye başlar ve Avarları batıya doğru iterler. Kuzey topraklarını kaybeden ve Tuna kıyılarına sıkışan Avarlar, bir müddet Franklarla mücadele ederler ve dokuzuncu yüzyıl başlarında ciddi bir güç olmaktan çıkıp tarihin sayfaları arasında kaybolup giderler. Bizans böylece kuzeyden gelen ikinci dalgayı da etkisiz duruma getirdi ve bir sonraki dalgaya kadar rahat etme imkânına kavuşmuş oldu.