Konuk Kalemler

Tüm yazıları
...

Türk Halklarının Kökeni

Erhan Karaoğlan

Tarihin son üç yüz yılından bu yana başlayan Türkiyat araştırmaları, Fransa’da, Macaristan’da ilk filizlerini verdiği gibi, Rusya’da da bu filizleri vermeye başlamıştır. Özellikle Moskova Devlet Üniversitesi’nin kurulması ve ardından da Kazan Devlet Üniversitesi’nin Çar III. Aleksandır tarafından kurulması beraberinde, Rusya’daki Türkiyat araştırmaları da hız kazanmıştır. Çarlık devrinin kapanıp yeni bir devrin başlamasına paralel olarak, Türk tarihi ile ilgili araştırmalarda hız kesilmemiş; aksine yöntem değiştirilerek devam edilmiştir. Kritiğe değer gördüğümüz bu kitap ise Sovyet rejiminin esas ağırlığını gösterdiği bir dönemde -Stalin döneminde- yetişen iki etnolog ve arkeolog tarafından kaleme alınmıştır. Türk Halklarının Kökeni adıyla 2008 yılında Türkçeye çevrilerek literatürümüze kazandırılan bu kitap, 1992 yılında Происхождение Тюрских Народов ismiyle Rusya’da yayımlanmıştır. Sovyetlerin, tarihin sükût âlemine doğru çekilmesinin ardından eserin yayımlandığı bilgisini göz önünde bulundurmamız, kitabın oluşum sürecindeki fikrî zeminin ne olduğu hakkında bizlere bilgiler sunacak ve kritiğimiz için de bir yol haritası çizecektir.

Temel olarak kitapta, Türk tarihinin en erken çağlarından Orta Çağ’a kadarki Türk etnosları üzerindeki köken problemlerine değinilerek, Türklerin ilk ana yurdu hakkında da bu bağlamda yeni bir görüş dile getirilmektedir. İskit, Sarmat, Alan gibi etnosların köken problemlerine değinirken, aynı zamanda Pro-Türkler, Sümerlerin Türklerle akrabalığı yahut Türklükleri gibi hususlardan bahsedilmektedir. Yazarlarımız, arkeolog ve etnolog olmaları bakımından arkeolojik kaynaklar ve yazılı kaynakları mukayese ederek kendi savlarına bir zemin oluşturmaktadırlar.

İçerik olarak baktığımızda; ilk olarak müelliflerimizin, İtil-Ural arası bölgeler Türklerin ilk ana yurdudur,(1) gibi müşterek ifadelerini görmekteyiz. Temel dayanak olarak ise burada bulunan kurganların ait oldukları kültürlerin, Bozkır kültür özelliğine sahip olmasıydı. Öte yandan, İtil-Ural arası coğrafyaya yakın etnik yapıların kültürlerinde ve dillerinde rastlanılan Türk tesirleri de bunu destekler nitelikteydi. Bu vaziyet ise bu coğrafyanın binlerce yıllık Türk yerleşim yeri olduğunu kanıtlar nitelik taşıyordu.(2) Oysa yazarlarımız yerleşim yeri ile ana yurt hususları arasındaki ince çizgiyi göz önünde bulundurmamışlardı. Bir yerin ana yurt olabilmesi için, öncelikle o bölgede yapılan arkeolojik kazılarda yoğun bir biçimde rastlanılan kurgan tipi gömülerden ziyade, kültürel kalıntıların da olması gerekir. Örneğin Türklerin ilk ana yurtları hakkındaki görüşlerden bir tanesi, Tanrı Dağları civârı üzerinedir. İddia edilen bölgeye baktığımızda Türk kültürünün en büyük temsilcilerinden biri olan Taş Babalar kültü ve Göktürkçe olarak addedilen Runik yazı tiplemesinin en arkaik biçimleri burada bulunur. Aksine İtil-Ural arasında bu türden kültürel bakiyeler oldukça azdır. Bu bölgelerde Türklere ait kurganların bulunması, sürekli yaylak ve kışlakları takip etmek üzere stilize edilmiş bir Türk içtimai yapısının, göç ettiği ve belirli bir müddet yaşadığı coğrafyalarda da kendi ölülerini gömme geleneklerini yansıtmalarından dolayı da olabilir. Hâsılı bu görüş, yeterli kaynakların elde edilmesine kadar, diğer ana yurt görüşlerine göre daha zayıf kalacaktır.

İddia edilen ana yurt görüşünden yola çıkarak, yazarlarımız Proto-Türklerin en eski kolu olarak Sümerleri zikretmektedirler. Türklerin bir kısmı Kafkasya üzerinden sarkıp, Ön Asya’ya gelerek yeni bir devleti -Sümer devletini- kurmuşlardı. Bunu gösterir en büyük delil ise Sümercede tespit edilen 300’e yakın Türkçe kelimeydi.(3) Bu kelimelerin Türkçe kökenli olduklarına dair gerçeklik, etimolojik araştırmalar sayesinden kuvvet kazanmıştır. Bu noktada hemfikiriz fakat esas konumuz bu değil, bu kelimelerin varlığının dayandırıldığı sebep… Burada 300’e yakın benzer kelimelerin bulunması, bizi doğrudan kültürel etkileşimlerin, bu vaziyette ana tesir kaynağı olabileceği düşüncesine götürmektedir. Yalnızca, 300 kelimelik bir benzerliğe dayanarak, Sümerleri topyekûn Türkleştirmek biraz daha abartılı kalmaktadır.

Ne hazindir ki bugün Türkiye’de, İskitler gibi önemli bir konu üzerinde yapılan çalışmalar yeterli seviyede değildir. Buna istinaden kitap, arkeolojik verileri ile yazılı kaynakları ortaya koyması açısından İskit araştırmaları için önem arz ediyor. Ancak yine de İskitlere dair veriler, bulgular kısıtlıdır. Bu yoksunluk dairesinde doğrudan doğruya İskitleri, Heredot’un ve Strabon’un verdiği kısıtlı bilgilerle kesin bir kökene oturtmak yine farazî kalmaktadır. Yazarlarımızın ifade ettiği gibi, bu kaynaklarda ifade edilen İskit mitolojisi, klasik Türk mitolojisi ile benzerlikler gösterir. Kurganlarda ise bozkır kültür özellikleri vardır. Fakat filolojik ve yazılı kaynaklar ile arkeolojik kaynakların hâlâ yeterli olmadığı bir araştırmada kesin bir hükme varmak ne derece doğrudur? Burada yeri gelmişken belirtelim: Sovyet tarihçilerinin, Orta Asya’da karşılarına çıkan her halkı İranî olarak nitelendirmelerinin de ne derece doğru olduğu tekrar tekrar gözden geçirilmelidir. Bu meyanda iki keskin görüş de aynı faraziyenin ürünüdür ancak İskitlerin Türk halkları ile bir bağlantısının olması, topyekûn İranî sayılmalarından daha akla yatkındır.

İskitlerin kökenleri hakkında ihtilaflar devam ediyor olsa da kitapta, yazarlarımızın bahsini ettikleri Sarmatların kökenleri hakkında daha kuvvetli iddialar bulunmaktadır. Yine kitabın bu kısmında, haklı olarak Rus arkeologların kaynakları çarpıttıklarına dair eleştiriler yapılmaktadır. Sarmat etnoniminin ismini günümüz Orta Asya topraklarında arayan yazarlarımız, Kırgızlarda Şermat adlı bir etnik gruba, Kazakistan’da ise Sarmat isimli bir köye ve Sarmat-Teleü isimli bir etnik gruba rastlamıştır.(4) Toponimler, köken araştırmalarında önemsiz gözükse de aksine, öyle değildir. Tarafımızdan yapılan bir gözlem ile bu konuya açıklık getirelim. Karadeniz’in kuzeylerinde 6 ve 7. yüzyıllarda kendilerini gösteren Suvarların isimleri, Tataristan’da bir köyde ve bir yerleşim yerinde; Azerbaycan’da bir ilçede; Adıyaman’da bir ilçede; Gaziantep’te bir köyde ve bir sülalede karşımıza çıkmaktadır. Bu toponimlerin takibi, Suvarların izledikleri göç yollarını göstermeleri açısından da önemlidir. Belki bu mesele başka bir çalışmanın konusu olabilir ama tarihî birer değerlendirme unsuru olarak, toponimlerin ne kadar önem arz ettiklerini göstermeleri açısından kıymete sahiptir. Aynı şey Sarmat etnonimi için de geçerlidir. Sarmatlara dair yapılan antropolojik çalışmaların Hunlarla da benzerlik gösterdiği ve yine arkeolojik bulguların değerlendirilmelerinin verileri, Sarmatların kökeni hakkındaki iddiaları, İskitlerin kökeni hakkındaki iddialardan daha kabul görücü bir hâle getirmektedir.

Kitabın ilerleyen kısımlarında Bulgarlar ve Hazarlarla ilgili kıymetli bilgiler verilmektedir. Dönemin İslâm kaynakları ile arkeolojik kaynakların mukayese edilerek kullanılması, bu bölümde önemli bilgiler sunmaktadır bize. Son olarak, kitabın eleştiriye tâbi tutacağımız kısmı, Alanlar ile ilgili olan kısımdır. Alanlar ile ilgili bilgilerde de yine arkeolojik ve yazılı kaynaklardan faydalanılmıştır. Yazarlarımız tarafından bu kaynaklara isnat edilerek, Alanların Türk oldukları iddiası ortaya atılmıştır. Antik dönem ve sonrası Roma kaynaklarının, Alanların içtimai yapısındaki tariflerinin bozkır özelliği göstermesi(5) ve filolojik bazı benzerlikler bu iddialara temel dayanak oluşturmuşlardır. Fakat Alanlar ile ilgili dönemin kaynaklarında geçen ve Kıpçaklarla Alanların, Moğollara karşı kurdukları güçlü müttefik yapı, Moğollara zorluklar yaşatmış ve bunun neticesinde Moğollar, Kıpçaklara elçi göndererek Alanların Kıpçakların soydaşı olmadığı ve onun yerine, soydaşları olan Moğollarla iş birliği yapmaları gerektiğini vurgulamaları bilgisi, ne yazık ki dikkate şayan olmamıştır. Buna ilâveten, dönemin Orta Çağ İslam kaynaklarında sıklıkla geçen ve Alanları, Hristiyan Türkler olarak addeden bilgilere de değinilmemiştir.

Netice olarak, kitapta sıklıkla Rus arkeolog ve tarihçilerin çalışmalarının temel alınması, yazarlarımızın iddia ettikleri konuların bazı noktalarda zayıf ve mesnetsiz kalmalarına sebebiyet vermektedir. Yazımızın en başında, Sovyet rejiminin ortadan kalktığı bir dönemin hemen ardından kitabın kaleme alındığını belirtmiştik. Bu hususta kitap, kalıplaşmış Sovyet tarih yazımına ve ona intisap etmiş araştırmacıların çalışmalarına şiddetle karşılık vermeyi yıllarca beklemişçesine bir üslûp ile kaleme alınmıştır. Ancak vurgulamakta fayda vardır ki kitapta, önemine binaen müttefik olduğumuz çoğu bilgiler de bulunmaktadır.

 

* Bu yazı Kitap Şuuru intisabıdır (Editörü: Ömer Karabayır). www.kitapsuuru.com

 

(1) Kazi T. Laypanov, İsmail M. Miziyev, Türk Halklarının Kökeni (Çev: Hatice Bağcı), Selenge Yayınları, İstanbul, 2008, s. 40-42.

(2) A.g.e., s. 43.

(3) A.g.e., s. 68-70.

(4) A.g.e., s. 118.

(5) Yunan ve Romalı tarihçiler için zaten kendi coğrafyalarının ötesindeki halklar aynı kefede değerlendirilmiştir. Bunun yanı sıra Malinowski’nin, benzer coğrafi alanlarda yaşayan farklı halkların, yine benzer davranış ve tepkilerle coğrafyanın gereklerine karşılık verecekleri bilgisi, Alanlar ile Türklerin aynı doğal şartlarda, benzer özellikler sergilemeleri ihtimalini göz önünde tutarak, bu bilginin yeniden değerlendirilmesi ihtiyacını ortaya çıkarmaktadır.