Himmet Kayhan

Tüm yazıları
...

Türkeş’i överken yaralamak

Yazar hakkında detaylı bilgi verilmemiştir.

Himmet Kayhan

Nisan ayının ilk haftasında, ölümünün yıl dönümünde yine Türkeş’i andık. Hakkında yine çok şeyler yazılıp söylendi. Sağlığında uçsuz bucaksız övgülere, gerçeklikten kopuk yüceltmelere ve kahramanlaştırmalara; bunun yanı sıra en ağır suçlamalara, karalamalara, hakaret ve iftiralara uğradı. Bu iki zıt Türkeş anlatımı, ölümünden bu yana da sürüp gidiyor.

Türkiye’de ‘solcu, liberal ve İslamcı’ gibi şemsiyeler altına gizlenmiş bölücülerin ortak vasıfları, ‘Türksevmez’ olmalarıdır. Bunların en dinamik unsurları keskin ırkçıdır, daha doğrusu anti- Türk’tür; doğrudan Türk’e sövüp sayamadıklarından Atatürk’e saldırırlar. Nefret ettikleri ikinci kişi de Alparslan Türkeş’tir. Bunlar, 1990’lı yıllarda oluşturdukları ortak söylemlerden birini otuz yıldır tekrar ederler: 1980 öncesindeki Türkiye’de yaşanan fırtınalı, çalkantılı ve gergin dönemi sığ bir açıklamayla, bir çırpıda anlatırlar. “Derin devlet, gençliği sağ – sol olarak ikiye böldü ve çatıştırdı. Türkeş de NATO’da görev yapmıştı yani Amerika’nın adamıydı, bu oyunun baş aktörüydü.” İşte bu kadar! 

İşin garip yanı, bu müthiş formülü kabullenip konuşan ve yazanlar arasında o dönemin Ülkücü kadrosunda yer almış olan bazı kimseler de var. “Bizi kandırdılar, kullandılar, biz de oyuna düştük…” sakızını çatlata çatlata çiğniyorlar.  Elbette o yıllarda emniyet, MİT ve diğer kurumlarda bulunan bazı ekiplerin oynadıkları karanlık oyunlar, kurdukları tuzaklar az değil. Ancak bu konularda hiçbir ciddi bilgiye dayanmadan yapılan değerlendirmeler, böyle saçma sapan genel hükümler doğurur. O yıllarda Ülkücülerin içinde olup da sonradan Türkeş alerjisine tutulanlar içinde; yeni siyasî maceralara soyunup, yeni çevrelerine uygun konuşma fırıldaklığına kapılanlar var. Hidayete erip, milliyetçilik gibi eski günahlarından pişmanlık duyduğunu yeni efendilerine gösterme cambazlığı sergileyenler var. O büyük akıntıya kapılıp sonunda kıyıda kalan ve “Ben ne kazandım ki…” diye dertlenen, bu yüzden öfkesinin hedef tahtasına Türkeş’i koyanlar var. Türk milliyetçiliği ve Milliyetçi Hareket’in fikrî, kültürel ve siyasî değerlerinden zerre kadar bir şey anlamamış, boş kafayla gürültü patırtı içinde sürüklenmiş zavallılar var. İşin acısı, art niyetsiz, hesapsız ve sadece yetersizlikten kaynaklanan bir saflıkla aynı tekerlemeleri kullananlar da var…

NATO’da görev yapmış, Amerika ve Avrupa ülkelerinde bulunmuş bütün subaylarımız vatan haini mi?   Türkeş’i ‘Amerika’nın adamı’ olarak karalayanlar, böylesine ilkel kurgular dışında ne biliyor, ne söyleyebiliyorlar?

Türkeş, 27 Mayıs 1960 askerî darbesiyle ‘İhtilâlin Kudretli Albayı’ olarak siyaset sahnesine çıkmıştı. Bu tarihten 1982 yılına kadar, Türkeş’ten söz eden Amerikan belgeleri açıklanmış bulunmaktadır. ABD’nin Ankara elçiliği ile Waşington arasındaki yazışmalar, Amerikan dışişleri, CIA ve diğer kurumlarda onun hakkında yapılmış değerlendirmeler, düşünceler ve yakıştırılan sıfatlar ortaya dökülmüştür. Değerli bilim adamı Mehmet Akif Okur, “Amerikan Belgelerinde Türkeş” başlıklı makalesinde bunları sergiledi. (İnşallah çıkacak kitabında bu konuyu enine boyuna didikleyecektir.) Bu belgelerde Türkeş’ten sempatiyle söz eden hiçbir ifade yoktur. Onun hakkında Türkiye’deki solcu – bölücü terör örgütlerinin yazıp çizdikleri ve Avrupa basınında yazılanlar ile Amerikan belgelerinde görülenler, aynıdır: Türkeş “aşırı milliyetçi, faşist, neofaşist, Pantürkst, Nazi benzeri, Batı’ya dostça bakmayan, güvenilmez…”  biridir. Yani o, NATO ve Batı’nın güven duyamayacağı ‘katı bir milliyetçi’dir.

Amerikan devletinin Türkeş’e bakışı böyleydi. Türkiye üzerinde çalışan Amerikan diplomatları ve düşünce adamları, Türkiye’deki hiçbir siyasetçiye duymadıkları kadar Türkeş’e alerji duymuşlardı.

Her devlet adamı ve politikacı gibi Türkeş hakkında da tenkitler, değerlendirmeler yapılacak; övgüler ve yergiler olacaktır. Ancak Türkeş aleyhinde karalama ve suçlamalar döktürmek için yalanlara, gerçeklerle harman edilen düzmecelere, kurgulara başvuranların amacı çok açıktır. Bu özel amaçla yapılan yeni yayınlarda bu amaç açıkça sırıtıyor. Bunların hedefi Türkeş değil, Türk milliyetçiliğidir…

***

Üç yıl önce, bir çay bahçesindeki sohbet sırasında, Kırım’ın acı kaderi üzerine konuşuyorduk. Kırım Türklerinin hakları uğrunda on beş yılını hapishanelerde ve sürgünlerde geçiren Mustafa Cemiloğlu, 1992 yılında ilk defa Türkiye’ye gelmişti. O günlerde Türkeş’i de ziyaret etmişti. Bu ziyaret sırasında orada bulunan bir arkadaş, “Cemiloğlu, Türkeş’e dedi ki…” diye söze girerek anlatmaya başladı: Dediğine göre, Türkeş Hindistan’da sürgünken gizlice Moskova’ya gitmiş. Türk dünyası için gizli bir çalışma örgütü kurmuş; dört defa toplantı yapmış. Sovyet İmparatorluğu’nun dağılacağını, o güne hazırlıklı olmak gerektiğini anlatmış.  Bu ekibin içinde Cemiloğlu ve otuz yıl sonra Azerbaycan Cumhurbaşkanı olacak olan Elçibey de varmış… (Cemiloğlu, cebinden çıkardığı soluk bir fotoğrafı da Türkeş’e göstererek oradakilerin isimlerini birer birer saymış.) Sonraki yıllarda Cemiloğlu, Sibirya’da bir cezaevinde bitkin, ümitsiz bir halde hücrede yatarken, bir gün Türkeş’in gönderdiği on dolar para kendisine ulaşmış. Paranın sağ üst köşesinde özel bir işareti görünce hemen yerinden fırlamış, Başbuğun kendisini takip ettiğini anlayarak, yeni bir yaşama azmiyle hayata tutunmuş ve büyük mücadelesini sürdürmüş… 

Bunları dinlerken sıkıntıdan, utançtan ve gerilmekten terlemeye başladım. Bu uydurmacanın akla sığacak bir damlası bile yoktu. Öyle ya, Türkeş, 1960 Kasım’ında Hindistan’a büyükelçilik müşaviri görüntüsüyle sürgün edilmiş, iki buçuk yıl orada kalmıştı. O günkü şartlarda Moskova’ya gitmeyi düşünde bile göremezdi. Mustafa Cemiloğlu ise, 17 – 18 yaşlarında, Özbekistan’da sürgünde büyümüş bir delikanlıydı. Oturdukları yerin dışına çıkabilmesi bile mümkün değildi…

Arkadaşın sözünü kesip araya girdim. Sanki başkasından duyduğunu aktarıyormuş gibi kabullenip, böyle gerçek dışı bazı söylentilerin olduğunu, bunların abartma olduğunu ifade ettim. Sonra da hiç duraksamadan sohbetin akışını başka bir oyluma çevirdim. Bu saçma sapan düzmeceyi dinlediğimiz arkadaş, uzun yıllar hep Türkeş’in çevresinde bulunmuştu. Yakından tanıdığım bir kimseydi.

Üç yıl sonra bir arkadaşımız, aynı uydurmacayı dinlemiş, üzerinde hiç düşünmeden yazıya döküp yayınlamış. İnanıyorum ki, dinlediklerini birazcık değerlendirse her şeyi fark eder ve asla yazmaz, yayımlamazdı.

Bu konuda bütün gerçekler biliniyordu: Mustafa Cemiloğlu, Türkiye’ye defalarca geldi. Birçok devlet adamı, siyasetçi, gazeteci ile görüşmeler yaptı. Birçok şehirleri ziyaret etti. Basında haber konusu oldu, kendisiyle röportajlar yapıldı. Bazı televizyon programlarına katıldı. Bir programda, Türkeş ve MHP’nin adına ilk kez 1973 yılında bir Rus gazetesinde rastladığını anlattı. Rusya dışına ilk olarak 1990 yılında çıkmış, Almanya’ya gitmişti. Burada kendisini ziyaret eden bir grup Ülkücüden, Türkeş ve Milliyetçi Hareket hakkında ilk bilgileri dinlemişti.  1970’lerde kendisi için Türk milliyetçilerinin yaptığı yayınları, gösterileri şaşkınlıkla dinlemiş, öğrenmişti…

Türkeş’i övmek için böyle masallar düzmeye gerek var mı? Bunu yapanlar, onu överken yaraladıklarını fark edemiyorlar mı?

Tarihe tanıklık etmek, geçmişte yaşananları yeni nesillere anlatmak, anıları konuşup yazmak; ciddi bir hizmettir. Olayları, zamanın şartlarını ve insanları yerli yerinde değerlendirebilme bilgi ve yeteneği ister. Bunu yaparken bencillikten, kendini övme hastalığından sıyrılmak gerekir. Bu hizmet, her şeyden önce sorumluluk duygusu ister, ahlâk ister, doğruluk ister.  Aksi halde anlatılanlar, yazılanlar, bir yalan gübresi ve palavra yığını olur.

Türkeş ve onunla beraber aklımıza düşen, ötelere göçmüş büyüklerimize, şehitlerimize, kader arkadaşlarımıza Allah rahmet eylesin. Yerleri yurtları cennet olsun…