Söyleşiler

Türkiye, Meselenin İnsani Yönüyle İlgilenmelidir Putin Hayranı Olduğu Sovyetler Birliği’nin Taktiğini Uyguluyor TÜRKMENLER, MUKAVEMET VE DİRENİŞ RUHUNU GÖSTERMELİDİR TÜRK MİLLETİ UYAN! DOĞU TÜRKİSTAN’DA SOYKIRIM VAR! İran Türklüğünün Esas Gayesi, Millî ve Siyâsî Kimliğimizin Yeniden İhyasıdır Olayların Sosyal, Siyasî ve Ekonomik Sebepleri Var ADI DEVLET OLSUN
AB kendi çıkarları doğrultusunda Kıbrıs siyasetini yürütmektedir

AB kendi çıkarları doğrultusunda Kıbrıs siyasetini yürütmektedir

Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Prof. Dr. Soyalp Tamçelik ile Kıbrıs meselesinin tarihini ve bugünkü durumu konuştuk.

Kıbrıs meselesi deyince aklımıza ne gelmeli? Kıbrıs’ta mesele nedir? Ne yapılmak istenmektedir?

Kıbrıs genel olarak coğrafi bir mekânın adı ama Kıbrıs’ı mesele olarak ele aldığımızda siyasal bir meselenin adı. Şimdi bir coğrafi mekânın siyasal meseleye aktarılması ve bunun milli davaya, dönüşüyor olması bir başka açıklamayı da beraberinde getirir. Türk dış politikasında Kıbrıs meselesi genel itibariyle siyasal oluşumla ortaya atılan, Türkiye’nin beka sorunuyla iz düşüm halinde olan, adadaki Kıbrıslı Türklerin hayatlarının tehlikeye düştüğü bir mesele olarak değerlendirilir. Dolayısıyla Kıbrıs meselesi Türkiye’nin dış politikasına 1958’den itibaren milli dava olarak girmiştir. Tam da bu noktada milli dava nedir diye sormak lazım. Şimdi dava ihtilaf demektir. Ceza mahkemesine veya sulh mahkemesine gittiğinizde iki anlaşmazlığın, iki tarafında mahkemeye başvurması ve bunun sulh yoluyla üst bir otoritenin suçluyu belirlemesidir. Şimdi dava bu şekilde anılırken bunun bir de önüne sıfat getirildiğinde milli kelimesi kullanıldığında ister istemez ulus devletin çıkarlarıyla doğrudan iletişime geçen tehdit algısı veya varlık sorunu veya beka sorunu veya casus beli dediğimiz savaş sebebi olarak sayılabilecek bir argümana dönüşür. İşte Kıbrıs meselesi ülke için bir beka sorunu, varlık sorunu, bir casus beli sorunu olduğunu görüyoruz. Peki, bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti devleti kendi başına mı milli davayı üreterek Kıbrıs meselesini millileştirmiştir? Kıbrıs meselesi adada yaşayan iki etnik toplumun, Türk- Rum toplumunun toplumsal aidiyet duygusunun siyasal erkten beklentileriyle ortaya çıkan bir mesele olarak değerlendirilir.  Burada iki kavram kullanılır: Self-goverment ve self-determination. Self-goverment, kendi kendini yönetmek demektir bir ölçüde hükmetmek demektir. Self-goverment olan bir toplum, aslında 1956 yılından itibaren İngiltere’nin Ortadoğu’dan çekilmesiyle yenidünya düzeni içerisinde II. Dünya savaşından sonraki dönemde, ilgili sömürge toplumlarıyla kolonel toplumların özgürlüğe kavuşması demektir. O yüzden üst kimlikte İngiltere yukarıya çıkar alt kimlikte adanın kendi yönetimini kendisine bırakır, buna self-goverment denir. Self-determination ise bir toplumun kendi mukadderatını kendisi bizatihi belirleme hakkıdır. Bunun adaya uyarlanmış hali şudur; adadaki yaşayan toplumların kendi geleceklerine kendileri karar vermesi demektir. Şimdi bunda bir beis yok. Çünkü bunu biz Afrika’daki aşağı yukarı 52 devlete uyarladığımızda Habeşistan, yeni adı Etiyopya, Mısır hariç 1956-1964 yılları arasında Afrika’daki devletler ortaya çıkmışlardır. Self-determinasyon hakkıyla birlikte self-determinasyon hakkını, toplumlar itibariyle ya da genel itibariyle kimler kullanır diye sorarız. Uluslararası hukukta halk olan topluluklar self-determinasyon hakkı kullanırlar. Azınlıklar veya topluluklar self determinasyon hakkı kullanamazlar. Eğer kullanırlarsa o zaman mitoz bölünme ortaya çıkar. Bütün ulus devletlerin içerisinde azınlıklar olduğu için bütün ulus devletleri içerisindeki azınlıklara parçalatma ruhu ortaya çıkarır. Şimdi bu iki konu, self-goverment ve self-determination, bunun Kıbrıs’a uygulanmasına bakalım. Olayın dava olması bundan ileri geliyor çünkü. Kıbrıs adasında kültür olarak, etno-milliyetçilik olarak, dil ve din olarak iki ayrı toplum var; biri Türk ve Müslüman olduğu bilinen Türk toplumu diğeri ise Yunan ve Hristiyan- Ortodoks olduğu bilinen diğer toplum. Türk toplumu kendini nasıl tanımlıyor? Türk toplumu kendini Osmanlının adaya göndermiş olduğu bir beka gibi görür, deva gibi görür. Bunu nereden biliyoruz? Bunu arşiv verilerinden biliyoruz şu an adada ilk şeriye sicilleri olan hukuk belgelerinin tercümesini yapıyoruz, orada kimin nereye yerleştiğini hangi boydan geldiğini, nelerle muhatap olup olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Tarihe baktığımızda 1571. Bunlar ondan önceki toplum itibariyle Hristiyan kimliğiyle mütevellit Hristiyanlık ile Yunanlılık ikisi cem etmiş siyasal kültürdür. Bu siyasal kültür de etno-milliyetçiliğe dönüşmüştür ve varlıklarını bu şekilde tanımlarlar. Dolayısıyla adada iki etnik toplumun oluşturmuş olduğu bir birliktelik vardır. Bu birliktelik Osmanlı İmparatorluğu döneminde hegemonik bir güç olan Osmanlı İstanbul’una bağlıdır. Daha sonra 1878 tarihinde İngiltere’ye geçici olarak devredildiği için ve bunu II. Abdülhamid Han hazretleri yaptığından belgeyi de hukuk ışığında incelersek yani bir imperium yetkisini geçici olarak başka bir imperiuma devreder. Yani adada değişen yalnızca geçici olarak siyasal yetki merkezidir. Lakin adada 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşanan milliyetçilik, kapitalizm, liberal ve sosyal akımlarla birlikte adanın içindeki burjuva Rumların millileşme ruhu kilisenin beslemiş olduğu din milliyetçiliği ruhu ile birleşerek onu Yunan milliyetçiliğine dönüştürerek önce Megali İdeayı sonra Enosisi derdest etmiştir. Megali İdea büyük idea demektir yani büyük siyasa demektir. Amacı büyük Yunanistan… Muhtemeldir ki Osmanlı coğrafyasının hâkim olduğu Trabzon’dan tutun Ege Denizi ve İstanbul’dan başlamak üzere Konstantinopolis adıyla Ege adalarının tamamını ve Kıbrıs adasını alarak genişlemesini sağlamaktır. Bunda başarılı oldu mu kısmen de başarılı oldu çünkü krallık döneminden itibaren 1821-1829 arasında Osmanlı devleti topraklarının hilafına 10 kat büyüdüğünü görüyoruz. Yunancada ilhak demek bir toprağın ana karaya bağlanması demektir. Bunların hiçbiri iyi değildir hiçbiri de kötü değildir bunlar birer siyasal spekturumdur, emaredir. Şimdi eğer adada Yunan olarak yalnız kendileri kalmış olsaydı bu saiklerle Yunana bağlayabilirdik. Türkiye hilafına olurdu ama muhtemeldir ki doktrinsel olarak alınması belirlenebilirdi. Lakin adada öz be öz Türk olan öz be öz Türkmen olan ve öz be öz Sünni Hanefi mezhebine ait olan bir topluluk daha var. Nüfusları az doğru fakat bunların Osmanlıdan itibaren nüfusları az, toprakları nüfuslarına göre fazla ve hepsinden önemlisi adadaki siyasal egemenlik ve otorite Türklerin üzerindeydi. Yani Türkler azınlık olmasına rağmen egemen kuvvetteydi. Bu egemenlik kuvvetin özelliği 1878den itibaren İngiltere’ye devredilmesiyle birlikte İngiltere adadaki Rum nüfusun egemenliğini kullanarak Türk toplumunun egemenliğine dönüştürmeye çalışmıştır. Dolayısıyla Enosis’in Kıbrıs meselesi içerisinde milli dava olarak değil dava olarak başlaması Türkleri etkileyen en önemli araçtır. Bir ulusun toprağını bir başka toplumla bağdaştıran ve bunu etno-milliyetçilik üzerinde yapmanın adıdır Kıbrıs meselesi. Milli dava açısından Türkler açısından düşünülecekse bu bir varlık meselesidir. Türkler açısından hem doğu Akdeniz’deki çıkarların korunması hem de kendi soydaşlarının haklarının korunabilmesidir. Dolayısıyla milli dava olması bu bağlamda son derece önemlidir. Milli davalar sürekli olarak takip edilmesi gereken meselelerdir. Milli davalarımızın sayısının fazla olması demek uluslararası diplomaside etki sahamızın daralmasına sebep olabilir. Çok sayıda milli dava demek dünya ile ilişkilerimizde çok sayıda kırmızı ışık demektir. Malumunuz uluslararası ilişkiler kırmızı ışığı ihlal eden çok sayıda toplum bulunmaktadır. Bu toplumlara çok fazla imkân tanımamak gerekir. Dolayısıyla Kıbrıs meselesini bir varlık meselesi olarak değerlendirmek mümkündür.

Türkiye’nin adaya yapmış olduğu Barış Harekâtı öncesinde Kıbrıs’ta neler yaşandı? TSK’nın müdahalesi olmamış olsaydı bugün Kıbrıs’ta nasıl bir tablo karşımızda olurdu? Süreci kısaca değerlendirir misiniz?

Kıbrıs Barış Harekâtı’nın sebeplerini incelerken 1960 ve 1964 arasında adada yaşananlara bakmamız gerekir. Bu yıllarda adada iki etnik yapının eşit haklarla kurmuş oldukları Kıbrıs Cumhuriyeti’ni görmemiz mümkün. Kıbrıs Cumhuriyeti adadaki iki halkın uzlaşı ve anlaşmasından ziyade İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın uzlaşısı neticesinde ortaya çıkmıştır.  1963 yılına gelindiğinde her iki tarafında üzerinde anlaşabildiği en son nokta Kıbrıs Cumhuriyeti olmuştur. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasası en makul olan değil uzlaşı neticesini ortaya çıkaran ‘en iyi metindir.’ Makarios ve avamı Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Enosis’e giden bir basamak olarak kabul edip Kıbrıs Türk’ünü bir gecede yok etmek üzere planlar yapmaya başlamıştır. 21 Aralık 1963 Akritas Planı adı verilen bir plan hayata geçirilmiştir. Bu planın nihai hedefi Lefkoşe’de başlayan çatışmaları bütün Kıbrıs’a yaymak üzere TSK bölgeye gelene kadar bir tek Türk bırakmamaktır. 1 Ocak 1964’ten başlamak üzere Türk askerinin Kıbrıs’a müdahalesine kadar geçen 10 yıl içerisinde Kıbrıs Türklerinin neredeyse tamamı Rum çeteler tarafından yaşadıkları bölgelerden uzaklaştırılmışlardır. Bu dönem içerisinde Anavatan Türkiye’nin yardımlarıyla hayatta kalmayı sürdüren Kıbrıs Türkleri 1967 yılında geçici Kıbrıs Türk yönetimini ilan etmişlerdir. Bu yönetim 1975 yılına kadar Kıbrıs Türklerini temsil etmiştir. 1974 yılında, daha evvelden tamamen Rumların idaresine girmiş olan Kıbrıs Cumhuriyeti bir Yunan cuntası neticesinde yıkılır. Cumhurbaşkanı Makarios cuntacılardan kaçarak New York’a iltica eder. Makarios New York’ta verdiği mülakatta “Yunan cuntası adaya darbe yapmıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti bu darbe neticesinde yıkılmıştır. Kıbrıslı Rumlar ve Türklerin can güvenlikleri tehlikededir. Bu sebeple garantör devletlerin adaya acilen müdahale etmeleri gerekmektedir.” Türkiye bu tarihten itibaren gerek garantör ülke gerek anavatan olarak uluslararası alanda görüşmeler yapmaya başlar. Bir diğer garantör ülke olan İngiltere’nin diplomasinin devam etmesi ve askeri müdahalenin gerekli olmadığı yönündeki tavrı sebebiyle Türkiye adaya tek başına müdahale etmiştir. Bu müdahale Erbakan ya da Ecevit’in kahramanlığı değil Türk halkının doğrudan müdahalesidir. TSK’nın 20 Temmuz 1974 sabahı adaya çıkarma yapmasından üç gün sonra yapılan ateşkesle bu harekât sonlandırılır. Ancak nihai hedefe, 14-16 Ağustos tarihlerinde düzenlenen ikinci harekâtta ulaşılır. Bu harekât neticesinde bugün ki KKTC’nin siyasi egemenlik alanı belirlenmiştir. TSK’nın adaya yapmış olduğu birinci harekât uluslararası kamuoyu tarafından desteklenmiştir. Ancak ikinci harekât toprak işgali olarak kabul edilmiş, Türkiye’ye uygulanmak için hazırda bekletilen bir takım ambargolar Kıbrıs müdahalesi bahane edilerek işleme konulmuştur. 1975 yılında kurulan Kıbrıs Türk Federe Devleti 1983 yılına kadar adanın kuzeyinde varlığını sürdürdü. Kuzeyde bir Türk federe devletinin kurulmasındaki amaç, güneyde kurulan federe devletle bir üst yapı altında bir araya gelmekti. 1983 tarihine kadar başta ABD olmak üzere hiçbir uluslararası aktör Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni tanımamış ve işgalci olarak kabul etmiştir. 1983 yılında Kıbrıs Türkleri tertip ettikleri bir referandum neticesinde 15 Kasım 1983’de KKTC’yi ilan etmişlerdir. KKTC’yi halen resmi olarak tanıyan tek devlet Türkiye’dir. 1990 yılına gelindiğinde Kıbrıs meselesinde ciddi bir kırılma noktası yaşanmıştır. GKRY o gün ki adı ‘Avrupa Topluluğu’ olan AB’ye, adanın tamamını temsilen ve Kıbrıs Cumhuriyeti adını kullanarak üyelik başvurusunda bulunmuştur. Bu müracaat 2004 yılında neticeye kavuşmuş ve Kıbrıs’ın tümü (müktesebatı kuzeyde askıda kalmak kaydıyla) Kıbrıs Cumhuriyeti sıfatıyla AB üyesi olmuştur. Bu tarihten itibaren adanın güneyi resmen AB müktesebatıyla idare edilmeye başlanmış, Yunanistan kendi gücüyle gerçekleştiremediklerini AB üzerinden gerçekleştirmenin yollarını aramaya başlamıştır.

1978 yılından itibaren Yunan siyasası adanın Yunanistan’a bağlanması için her alanda canla başla mücadele etmektedir. Bizim ise Kıbrıs siyasetimiz sürekli olarak değişmiştir. Bugün geldiğimiz noktada ise hedefimiz adanın kuzeyinin AB müktesebatına dâhil edilip erimesini engellemektir. KKTC Kıbrıs Türk’ünün bekasını koruyan ve siyasi manada varlığını garanti altına alan bir yapı olmanın da ötesinde, Türkiye’nin de milli çıkarlarını koruyan bir mihenk taşıdır. Türkiye bu ileri karakolunu kaybederse Adana’nın, Hakkâri’nin, Diyarbakır’ın, Trabzon’un da güvenliğini tehlikeye atmış olur.

Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni, adanın tamamını temsilen birliğe dâhil etmesini ve sürekli olarak adadaki çözümsüzlüğün mimarı olarak Türk tarafını göstermesini nasıl yorumlamalıyız?

AB kendi çıkarları doğrultusunda Kıbrıs siyasetini yürütmektedir. Mesele AB’nin izlemiş olduğu siyasetten ziyade Türk siyasal karar alıcılarının Kıbrıs mevzusunda ne yaptığı ya da ne yapmadığı hayati önem taşımaktadır. Hali hazırda Kıbrıs adasının üçte ikisi Rumların egemenliği altında bulunmaktadır. Buna rağmen hatırlanacağı üzere geçtiğimiz müzakerelerde Türk tarafının topraklarından taviz vermesi gibi bir tablo ortaya çıkarılmıştır. Olası bir Birleşik Kıbrıs Devleti’nde Kıbrıs Türklerinin eşit vatandaşlıkla beraber talep edecekleri bir diğer hak da anavatan Türkiye’nin garantörlüğü olacaktır. Çünkü Kıbrıs Türklerinin tarihte başına gelen hadiselerin tekrar etmeyeceğini kimse garanti edemez. Kıbrıs Türkleri içinde bulunduğumuz zaman diliminde de bir katliama uğrarlar ve bir sürgüne zorlanırlarsa dün olduğu gibi yanlarında sadece anavatan Türkiye’yi bulacaklardır. Bütün müzakereler döneminde farklı siyasi düşüncelere sahip olan Kıbrıs Türklerinin tamamına yakınının anavatan Türkiye’nin garantörlüğünün devam etmesi noktasında bir kanaat ortaya koydukları aşikârdır. KKTC, Kıbrıs Türk’ünün vermiş olduğu şanlı bir mücadelenin neticesinde vücut bulmuştur. Kıbrıs Türklerin vazgeçilmezidir. Asla pazarlık konusu değildir. Balkanları hızla Ortadoğulaştıran Avrupai zihniyet, Kıbrıs’ta barış ve istikrarı sağlayacak bir unsur olarak kabul edilemez. Geçmişte yaşanılanlar ve tarihi gerçeklikler bizlere göstermektedir ki Kıbrıs Türklerinin, Rumlar karşısında güçlü emniyet siboplarının olması gerekmektedir. Bu emniyet sibobu ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ta kendisidir. Kıbrıs Türkleri doğdukları ve yaşadıkları topraklardan sürgün edilirken, katliamlara uğrarken başka hiçbir devlet veya uluslararası güç duruma müdahil olmamıştır.

Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş Bey’in lider kimliği üzerine neler söylersiniz?

Denktaş Bey Kıbrıs’ta hayata geçirdiği devlet uğruna ailesinin pek çok ferdini kaybetmiş bir mücadele adamıdır, bir rol modeldir. Bu noktada rahmetle yâd edeceğimiz bir diğer isimde Denktaş Bey’in yol arkadaşı Dr. Fazıl Küçük ’tür. Fazıl Küçük, Kıbrıs meselesini milli bir dava kimliğine büründürmüştür. Kıbrıs davasını devletleştiren isimse Denktaş Bey’in bizatihi kendisidir. Büyük bir mücadele vererek ve bedel ödeyerek kurulan KKTC’yi korumak, daha ileri seviyelere taşımak, hem Anadolu Türkünün hem de Kıbrıs Türkünün asli görevidir.   

Diğer Söyleşiler