Söyleşiler

Türkiye, Meselenin İnsani Yönüyle İlgilenmelidir Putin Hayranı Olduğu Sovyetler Birliği’nin Taktiğini Uyguluyor TÜRKMENLER, MUKAVEMET VE DİRENİŞ RUHUNU GÖSTERMELİDİR TÜRK MİLLETİ UYAN! DOĞU TÜRKİSTAN’DA SOYKIRIM VAR! İran Türklüğünün Esas Gayesi, Millî ve Siyâsî Kimliğimizin Yeniden İhyasıdır Olayların Sosyal, Siyasî ve Ekonomik Sebepleri Var ADI DEVLET OLSUN
Dövizdeki artış toplumu doğrudan ilgilendiren bir konudur

Dövizdeki artış toplumu doğrudan ilgilendiren bir konudur

Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Halil İbrahim Demir ile ekonomideki gelişmeleri konuştuk.

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın açıkladığı Yeni Ekonomi Programı ile birlikte ihracata dayalı ve kapsayıcı bir kalkınma modelinin hedeflendiğini ifade etti. Öncelikle Yeni Ekonomi Programını ve Ekonomi Bakanı’nın ifadelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın açıkladığı Yeni Ekonomi Programı 5018 sayılı “Kamu Mali Yönetimi Kontrol Kanunu” gereğince ilk olarak 2006 - 2008 yıllarını kapsayacak şekilde “Orta Vadeli Program” adı ile uygulanmaya başlanmıştır. Orta Vadeli Programlar “…kalkınma planları, stratejik planlar ve genel ekonomik koşulların gerekleri doğrultusunda makro politikaları, ilkeleri, hedef ve gösterge niteliğindeki temel ekonomik büyüklükleri de kapsayacak şekilde…” hazırlanılarak kamu ekonomisine yön verilmesi ve ekonomiye(özel sektöre) kamunun uygulayacağı politikalar ve ulaşmaya çalıştığı hedeflerin ilan edilmesi yolu ile karar vericileri bilgilendirmek, ekonomide öngörülebilirliği arttırmak ve ekonomiyi yönlendirmek amaçlarına hizmet etmektedir. Bu nedenle bu tür programlarda hedefe ulaşılmasının olmazsa olmaz koşulları, program hedeflerinin gerçekçi, ulaşılabilir, varsayımlarının gerçek hayata uygun ve risklerin öngörülerek güvenilir olmasıdır. Ayrıca yapısı gereği programlar özel sektöre geleceğe yönelik olumlu/pozitif bir hava ve umut iklimini gerçeklikten uzaklaşmadan vermesi gerekmektedir. Bu açıdan baktığımızda Sayın Bakanın Orta Vadeli Programı ekonominin başına geçmesi ile birlikte 2018 yılından itibaren “Yeni Ekonomi Programı” olarak isimlendirdiğini ve sırasıyla 2018 yılında “Dengeleme, Disiplin ve Değişim” 2019 yılında “Değişim Başlıyor…” son olarak bu yıl “Yeni Dengeleme, Yeni Normal, Yeni Ekonomi” alt başlıklarıyla yayımladığını görmekteyiz. Bu durum programların birbirleri ile olan ilişkisi ve sürekliliği açısından olumludur. 2020 - 2021 - 2022 yıllarına yönelik açıklanan programı incelediğimizde; Makro Ekonomik Denge ve Finansal İstikrar hedeflerini içeren Yeni Dengeleme, E-Hizmetlerin Yaygınlaştırılması, Yeni Finansal Çözümlerin Üretilmesi, Yeni Çalışma Modellerinin Oluşturulması ve Dijital Dönüşüme Hız Kazandırılması hedeflerini içeren Yeni Normal ve Sürdürülebilir Büyüme, Yenilikçi ve Yüksek Katma Değerli Üretim, Üretim ve İhracata Dayalı Büyüme ile Dijital ve Platform Ekonomisi hedeflerini kapsayan Yeni Ekonomi başlıkları ile Sayın Bakanın söylemi ile üç yeni meydan okumaya dayandığını görmekteyiz. Program hedefleri doğru ve iddialı olduğu görülmekle birlikte programın hazırlanmasında Mart ayından bu yana yaşadığımız salgın hastalığın Türkiye ve dünya ekonomisi üzerine etkilerinin sınırlı kalacağı ve ekonomilerde tekrardan kapatılmaların yaşanmayacağı varsayımı ile hazırlandığı dikkati çekmektedir. Her ne kadar sayın Bakan sunum esnasında kötü senaryoya da hazırlıklı olduklarını ifade etse de programda salgın sonrası yeni normali hastalığın ortaya çıkmadan önceki zamanla yakın olarak değerlendirildiği, 2020 yılsonunu takiben 2019 yılı son çeyreğindeki büyümenin devam ederek 2021 yılı sonu itibarıyla % 5,8 ‘e ulaşacağı ifade edilmektedir. 2021 yılı büyümesine özellikle turizmde yaşanacak hızlı iyileşmenin ve altına olan yoğun talep artışlarında düşüşün yüksek katkı sağlayacağı ifade edilmektedir ki kanaatimce bu aşırı iyimser bir senaryodur. Ayrıca programda esnek çalışmaya yönelik yapılan vurgunun ülkemizde bozuk olan gelir dağılımı gerçeği ile uyuşmadığı, ücret geliri elde eden vatandaşlarımızın hâlihazırda % 40’dan fazlasının asgari ücretle çalıştığı unutulmamalıdır. Programda Ağustos ayı itibarıyla normalleşme sürecine geçildiği ifade edilmektedir. Bu ifade ile Mart 2020’de uygulanmaya konulan Aktif Rasyosu*’nun Ağustos ayında mevduat bankaları için % 100’den % 95’e finans kurumları için % 80’den % 75’e Eylül sonu için ise sırasıyla % 90 ve % 70’e düşürülmesi ve böylece finans kurumlarının kredi vermeye zorlanmasında azaltıma gidilmesi kast olunmaktadır. Bununla birlikte döviz alımlarında uygulanan BSMV’nin mayıs ayında %0,2’den % 1’e çıkartılıp eylül sonu itibarıyla tekrar %0,2 ‘ye indirilmesi sayesinde döviz mevduat sahiplerinin faiz oranlarında değişime gitmeden reel faiz miktarının arttırılması ayrıca gelir vergisi stopajında vadeli mevduatlara uygulanan oranın azaltılmasıyla aynı etkiden faydalanılması anlaşılmaktadır. Ek olarak merkez bankasının eylül ayında aldığı faiz arttırım kararı da yerinde bir uygulama olmuştur. Çünkü mevduatlar içerisinde döviz tevdiat hesaplarının oranı (dolarizasyon oranı) % 53’ü geçmiştir ki bu oran 2001 krizini yaşadığımızda % 57-58 arasına kadar yükselmişti. Programda rekabetçi kur avantajına vurgu yapılmaktadır. Fakat kurun rekabetçi etki yapması üretimimizdeki yerlilik oranının yükseltilmesi ile mümkün olacaktır. Programda tarımsal üretim/gıda, stratejik sağlık ürünleri ve ilaçlar ile birlikte ihracata yönelik üretim ve ithalat azaltıcı üretimin hedeflenmesi yerinde, doğru ve hatta geç kalınmış bir yönelimdir. Başarıya ulaşılması umut ve temennisi ile takip edilmesi gereken en temel hedef olduğu kanaatindeyim. Fakat son yıllarda yaşanan olumsuzlukların da etkisiyle önceki programlarda hedefe ulaşılmada sıkıntı yaşanıldığı unutulmamalı ve ekonomimizin sağlığı için daha pro-aktif/agresif uygulamalardan çekinilmeden yapısal reformlara başvurulmalıdır. Yapısal reformların sonuç vermesi zaman alacağından zaman kazanmak adına merkez bankasının da dolarizasyona karşı ve yurtiçine döviz çekebilmek için faiz politikalarını daha etkin uygulamaya koyması gerekmektedir. Örneğin açıklanan 2018 yılında ilk Yeni Ekonomi Programına baktığımızda kişi başına düşen GSYİH 2017 yılı için 10.602 dolar seviyesindeyken bu yıl sonu tahmininin 8.381 dolar olduğu görülmektedir. Sadece üç yılda kişi başına düşen GSYİH 2.221 dolar düşmüştür. Yaşanılan kaybın büyüklüğü ekonomi yönetiminin daha kararlı ve etkin adımlar atması gereğini ortaya koymaktadır.

Suudi Arabistan’ın 1 Ekim’den itibaren Türk mallarına yönelik ambargo uygulama kararı mevcut. Söz konusu ambargonun Türkiye ekonomisi açısından ne anlama gelmektedir?

Suudi Arabistan ile dış ticaretimize baktığımızda 2013 yılından bugüne yaklaşık ticaret hacmimizin 36 milyar doları aştığını, bu 36 milyar doların yaklaşık 20 milyar dolarının ihracat 16 milyar dolarının ithalattan oluştuğunu görmekteyiz. Suudi Arabistan Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı 16. ülke konumunda olmakla birlikte toplam ihracatımızın yaklaşık % 1,6’sını gerçekleştirmekteyiz. Bununla birlikte ihracat pazarlarımızın çeşitlendirilmesi, dış ticarette fazla verdiğimiz (6 yılda yaklaşık 4 milyar dolar fazla) bir ticaret partnerimiz olması açılarından elbette ki Suudi Arabistan ile yaptığımız ticaret bizim açımızdan önemlidir. Ancak Suudi Arabistan hükümetinin aldığı boykot kararının siyasi olduğu da ortadır. Boykot kararına 2018 yılı ekim ayında Türkiye’de gerçekleşen Cemal Kaşıkçı cinayetinin neden olduğu aşikârdır. Türkiye cinayetin aydınlatılması hususunda doğru ve haklı bir politika uygulamaktadır. Kaldı ki cinayetin ortaya çıkartılması konusunda sessiz kalınması uluslararası güven ve prestijimiz açısından olumsuzluklara neden olabileceği gibi insanî ve vicdanî de değildir.

Dövizdeki hızlı artış her gün yeni rekorlarla birlikte devam etmekte. Ekonomi Bakanı’nın döviz artışına yönelik yorumlarıyla birlikte siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türk Lirasının yabancı paralara karşı değer kaybının temelinde ekonomik, sosyal, çevresel ve siyasi olmak üzere birden fazla sebep söz konusudur. Bu sebeplere kısaca baktığımızda öncelikli olarak Türkiye 2001 krizini takiben Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ile birlikte dalgalı kur politikası uygulamaya başlamıştır. 2002 yılı ve sonrasında yakalanılan siyasi istikrar, AB ile gerçekleştirilen uyum süreçleri, uygulanılan sıkı maliye politikalarının başarılı olması, özelleştirilmelerden elde edilen gelirler ve gerekse uluslararası sermayeden çekilen yatırımlar nedeniyle Türkiye’de dövizin bol olduğu yıllar yaşanmıştır. Dövizin bolluğu ekonomiye olan güveni arttırmış, ülke genelinde zenginlik algısına ve tüketimlerin artmasına neden olmuştur. Bu ise üretilenden fazlasının tüketilerek cari açıklara neden olmuştur. Örneğin 2001 yılında dolarizasyon oranı (banka mevduatlarında yabancı paranın toplam mevduata oranı) yaklaşık % 57 - 58 seviyesinden 2010 - 2011 yılında yaklaşık % 30 seviyelerine kadar düşerken cari açığımız da yaklaşık olarak GSYİH’nın %10 seviyelerine kadar çıkmıştır. ABD ve AB merkez bankalarının 2008 finansal krizine müdahalede parasal genişleme kararlarının da etkisinin olduğu bu süreç, bu ülkelerin faiz arttırım kararlarının da etkisi ile tersine dönmeye başlamıştır. Hâlbuki döviz bolluğunun yaşandığı yıllar teknoloji transferi ile üretimin uzun vadede daha sağlıklı bir yapıya döndürme fırsatı sunarken Türkiye tüketime ve inşaata dayalı hızlı büyümeyi tercih etmiştir. Uygulanan yanlış ekonomik politikalarla birlikte 2011 ile 2015 yılları arasında ekonomi yerinde saymaya başlamış, 2016 yılından itibaren ise ekonomik olarak sıkıntılı günler başlamıştır. Bu durumun başlıca sebepleri; cari açığın finansmanında ortaya çıkan sorunlar, uygulanan seçim ekonomileri, 2011 yılı ve sonrasında Arap Baharı’nın ve Suriye iç savaşının neden olduğu çevresel riskler ve Türkiye doğru yaşanan milyonlarca mülteci akını, çevre ülkelerle, Rusya, Amerika ve AB ile yaşanılan siyasi krizler gelmektedir. Ekonomimizde baş gösteren döviz açıklarına rağmen faiz politikalarının zamanında uygulanmaya konulmamasının da etkisi ile döviz kurlarında artışla birlikte kur geçişkenliği ile yükselen enflasyon vatandaşlarımızın yeniden dolarizasyona yönelmesine neden olmuştur. Günümüzde döviz tevdiat hesaplarının toplam mevduata oranı % 53’ü aşmıştır. Ayrıca vatandaşlarımız Türk Lirasında yaşanan değer kaybından korunmak için altın ve döviz taleplerini arttırmakla birlikte ekonomide bekledikleri fiyat artışları nedeniyle birlikte korona virüsünün ekonomiye etkisini kırmak amacıyla sunulan ucuz kredilerin de etkisiyle emtia ve gayrimenkul taleplerini de arttırmaktadırlar. Bu ise ekonomide rasyonel kaynak dağılımını bozarak yine ekonomiye zararlı etkilere neden olabilecek fiyat artışlarını körüklemektedir. Toplumda ortaya çıkan bu fiyat artış/enflasyon beklentisinin de önüne geçilmesi gerekmektedir. Aksi halde enflasyon beklentisinin enflasyon olgusunu desteklediği bir kısır döngü yaşanacaktır. Toplumumuz açısından öncelikli ekonomik gösterge döviz fiyatlarıdır. Bu nedenle öncelikli olarak dövizin artışını durdurmak gerekmektedir ki bunun içinde faiz oranlarının arttırılması kısa vadede, yapısal reformların gerçekleştirilmesi uzun vadede çözüm olacaktır. Türkiye dünyaya kapanmamakla birlikte üretim ve tüketim mallarında yerlileşmeye/millîleşmeye yönelmelidir. Dövizdeki artış tabi ki sadece döviz ile maaş alanların ya da döviz borcu olanların problemi değil, tüm toplumu doğrudan ilgilendiren önemli bir konudur.

Son olarak, yeni normal adı altında yaşadığımız bu dönemde Covid-19’un ekonomiye etkileri tamamen ortadan kalktı denebilir mi? Ekonomimizdeki son durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Korona virüsünün ekonomik ve sosyal yaşam üzerindeki etkilerinin tamamen ortadan kalkması kesinlikle söz konusu değildir ve söz konusu olmayacaktır. Özellikle hizmet sektörüne etkilerinin yıllarca devam edeceği kanısındayım. Fransız sosyolog Gustave Le Bone’ un “Kitleler düşünmez, hisseder” tespitinin korona virüsü için de uygun olduğunu düşünüyorum. Aylardır topluma salgına karşı haklı ve gerekli olsa da verilen ortak mücadele telkinleri, toplumun kayıplarından dolayı yaşayacağı travma, toplumun medya aracılığıyla tüm dünyada uygulandığını gördüğü yeni yaşam biçimine uyumuna neden olacaktır. Bu nedenle toplumda toplu organizasyonlara, kalabalıklara karışma konusunda bir korkunun gelişeceğini ve bu nedenle salgın öncesinde olduğu gibi alış veriş merkezlerine, kahvehane, otel, toplu taşıma gibi hizmetlere olan talebin azalacağını, e – ticaret ve online/uzaktan çalışmaya yönelik talebin artacağını değerlendirmekteyim. Bu kapsamda genelde hizmetler sektöründe özel de ise turizm sektöründeki yaşanılan düşüşün telafisinin yıllarca süreceğini değerlendirmekteyim.

 

*(Aktif Rasyosu = [Krediler + (Menkul Kıymetler x 0,75) + (TCMB Swap x 0,5)] / [TL Mevduat + (YP Mevduat x 1,75)]

Diğer Söyleşiler