Söyleşiler

Türkiye, Meselenin İnsani Yönüyle İlgilenmelidir Putin Hayranı Olduğu Sovyetler Birliği’nin Taktiğini Uyguluyor TÜRKMENLER, MUKAVEMET VE DİRENİŞ RUHUNU GÖSTERMELİDİR TÜRK MİLLETİ UYAN! DOĞU TÜRKİSTAN’DA SOYKIRIM VAR! İran Türklüğünün Esas Gayesi, Millî ve Siyâsî Kimliğimizin Yeniden İhyasıdır Olayların Sosyal, Siyasî ve Ekonomik Sebepleri Var ADI DEVLET OLSUN
Rusya, Barış Gücü adı altında nereye gittiyse oradan çıkmadı

Rusya, Barış Gücü adı altında nereye gittiyse oradan çıkmadı

Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Esma Özdaşlı, Karabağ meselesinin tarihî sürecini ve ateşkes antlaşmasıyla neticeye ulaşan 2. Karabağ Harekâtı’nı değerlendirdi.

Karabağ meselesinin tarihi sürecinden bahseder misiniz?

Karabağ sorunu aslında Rusların, Çarlık döneminden itibaren Güney Kafkasya’ya inme politikalarının bir parçasıdır. Ruslar, 4. İvan yani Korkunç İvan’la (1547-1584) Çarlık, I. Petro ile de imparatorluk sürecini yaşamışlar ve topraklarını sürekli genişletmişler ve bu genişleme Türklerin aleyhine olmuştur. Karabağ sorununun temeli, Rusların Güney Kafkasya’ya yayılma stratejisinin sonucudur. Ruslar güçlendikçe Güney Kafkasya’ya doğru akınlar düzenlemeye başladılar. Ruslar, Güney Kafkasya’ya indikleri zaman ortaya çıkan manzara onlar için oldukça uygundu. İran, yaklaşık olarak bin yıl Türkler tarafından yönetilmiştir; Büyük Selçuklu Devleti, Safaviler, Avşar Hanedanlığı ve son olarak Kaçar Hanedanlığı 1925’e kadar İran’ı yönetmiştir.(1) Ancak Avşar Hanı Nadir Şah’ın (1736-1747) ölümünden sonra Azerbaycan topraklarındaki hanlıkların birer birer bağımsız olduklarını, daha doğrusu otonom bir yapıya geçtiklerini görüyoruz. Tabii ki bu hanlıklar İran’daki Türk hanedanlığı ile bütün bağlarını kopartmıyorlar ama ciddi anlamda bağımsız hareket edebiliyorlar. Bu süreçte Azerbaycan Hanlıkları, birbirleri ile ve İran’daki hanedanlıklarla sürekli mücadele ediyorlardı. Bu da Ruslar açısından çok güzel bir manzaraydı. Bu bakımdan Azerbaycan’ın bölünmüşlüğünün ve dolayısıyla Karabağ sorununun temelinde, Rusya ile İran (Kaçar) arasında 18. yüzyılın başlarından itibaren yaşanmaya başlanan Kafkasya hâkimiyet mücadelesinin olduğunu söylemek mümkündür.

Kaçar Hanedanlığı ile Rusya arasında 1803-1813 arasında yapılan savaş sonrası Karabağ’ın Gülistan köyünde imzalanan Gülistan Antlaşması ile; Karabağ, Gence, Şeki, Bakü, Derbend, Kuba ve Taliş hanlıkları Rusya’nın, Güney Azerbaycan hanlıkları ise İran’ın hâkimiyetinde kalmıştır. Bu anlaşma, Azerbaycan topraklarının bölünme sorununu ve 200 yıllık Bütöv (Birleşik) Azerbaycan ülküsünü ortaya çıkarmıştır denilebilir. Dolayısıyla Gülistan’da yapılan bu anlaşma, İsmail Mehmetov’un ifadesiyle “Türk Kafkası’nın büyük bir kısmının Rusya tarafından işgalinin resmi belgesi” olmuştur. Aslında Ruslar, 1805 tarihli Kürekçay Antlaşması ile Karabağ Hanlığını hâkimiyetleri altına almışlardı, yani Gülistan Antlaşması bu durumu tescil etmiştir denilebilir.

Azerbaycan topraklarının bölünmüşlüğünü net olarak kesinleştiren olay ise 1826’da başlayan İkinci Rus-Kaçar Savaşı’dır. Kaçar Hanedanlığı’nın yenilgisiyle sonuçlanan bu savaştan sonra imzalanan 18 Şubat 1828 tarihli Türkmençay Antlaşması’na göre, Gülistan Antlaşması’na ek olarak İrevan ve Nahçivan Hanlıkları da Rusya’nın hâkimiyetine geçmiştir. Dolayısıyla Azerbaycan’ın bölünmesinin ve Rusların Güney Kafkasya’ya inme stratejisinin en önemli adımlarını bu iki antlaşma oluşturur.

Azerbaycan topraklarını parçalayan bu iki antlaşma ile İran ve Rusya arasındaki sınır Aras Nehri olmuş ve yaklaşık olarak 200 yıl Aras’ın iki yakasındaki Türkler birbirlerine hasret çekmiş, bu hasretlerini ve “Bütöv” Azerbaycan’a olan sevdalarını şiirlerle, şarkılarla dile getirmişlerdir. Bu anlamda Laçın türküsünde;

“Aras’ı ayırdılar

 Kum ile doldurdular,

Ben senden ayrılmazdım

Zor ile ayırdılar” denilerek bu bölünmüşlüğe ağıt yakılmış, 

“Fikrinden geceler yata bilmirem,

Bu fikri başımdan ata bilmirem, diyen “Ayrılık” türküsü ile “Birleşik Azerbaycan” ülküsü dile getirilmiştir.

Rusların, Azerbaycan Hanlıkları’nı teker teker ele geçirdikleri dönemde, Ermenilerin bölgede devlet kurabilecek kadar nüfusları bulunmamaktaydı. Bu nedenle Güney Kafkasya’ya hâkim olmak isteyen Ruslar, kendilerine sadık olabileceklerini düşündükleri dindaşları Ermenileri -her ne kadar mezhepsel farklılık olsa da- yapacakları demografik değişikliklerle bölgeye yerleştirmeye karar vermişlerdir. Örneğin, Çar I. Aleksandr, o dönemde Kafkas orduları komutanı olan Sisyanov’a gönderdiği mektupta, Azerbaycan’ın ve diğer hanlıkların ele geçirilmesinde Ermenilerden yararlanılmasını öğütlemiştir.  Sisyanov ise 1805’de Çar’a gönderdiği bir raporda, bölgenin önemini şu sözlerle özetlemiştir: “Karabağ, coğrafi bakımdan Anadolu’nun, İran’ın ve Azerbaycan’ın kapısıdır”. Gerçekten de ilerleyen yıllarda, Rusların Güney Kafkasya hâkimiyeti için Ermenileri kullanma politikalarının kendileri açısından oldukça isabetli bir karar olduğu ortaya çıkmıştır. Örneğin, 1827’de İrevan Hanlığı’nın Ruslar tarafından ele geçirilmesinde Ermenilerin büyük rol oynadığı, kuşatma sırasında kalenin kuzey kapısını Ruslara gizlice açtıkları Rus General Paskeviç’in Çar’a yazdığı mektupta açıkça belirtilmektedir.

Günümüzde Güney Kafkasya’da yaşayan Ermenilerin büyük bir kısmının, İran ve Osmanlı coğrafyasından gönüllü ve zorunlu göçlerle bölgeye yerleştirildikleri Rus kaynaklarında açıkça yazmaktadır. 1828 tarihli Türkmençay Anlaşması’nın 15. maddesine göre İran’dan (Kaçar Hanedanlığı) 50.000, Osmanlı Devleti ile 1829’da yapılan Edirne Antlaşması uyarınca ise Osmanlı topraklarında yaşayan 84.000 Ermeni’nin Karabağ başta olmak üzere Azerbaycan topraklarına göç ettirilmesine karar verilmiştir. Ruslar tarafından yapılan bu nüfus mübadelesi neticesinde (1826-1914 yılları arası) yaklaşık olarak 1.5 milyon Ermeni’nin Kafkasya’ya yerleştirildiği bilinmektedir. Yani Ruslar bölgede hâkimiyet kurmak için kendilerini orada destekleyecek tampon bir devlet aramışlar, bu devleti de Ermenistan adı ile Azerbaycan topraklarında inşa etmişlerdir.

Ermeniler, bu şekilde kendilerine ait olmayan bu topraklarda Rusya desteği ile devlet kurmuşlardır. Hatta başkentlerinin adı bile çalıntıdır. Kendilerinden önce bölgede bulunan Revan Hanlığı’ndan esinlenerek başkentlerini Erivan yapmışlardır. Ermenilere verilen topraklar, Revan Hanlığı toprakları ile sınırlı kalmaz; Gökçe (Göyçe) ve Zengezur Ermenistan’a verilir ve en nihayetinde Dağlık Karabağ, Azerbaycan’dan kopartılarak Ermenistan’a verilmek istenir.

Sovyetler Birliği, 1923 yılında Dağlık Karabağ’a Azerbaycan’a bağlı özerk bir statü vermiştir. Bunun sebebi önce özerklik sonra da bağımsızlık verme düşüncesidir. Peki, bölge hâkimiyetini sağlamak için Dağlık Karabağ’ın nüfus yapısını Ermeniler lehine değiştirme politikasına devam eden komünist yönetim neden doğrudan Dağlık Karabağ’ı Ermenistan’a bağlamadı? diye bir soru gelebilir akıllara. Kanımızca bunun nedeni, Sovyet coğrafyasında demografik saiklerle başka taleplerin de ortaya çıkabileceği endişesi ve Azerbaycan’ı bütünüyle küstürmeme düşüncesi olabilir. Sonuçta daha 3 yıl önce, 1920’de kadim Türk toprakları olan Zengezur ve Gökçe bölgeleri Azerbaycan’dan kopartılarak Ermenistan’a verilmişti. Dolayısıyla Moskova’nın Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan’dan kademeli olarak koparmak istediği gibi bir sonuç da çıkabilir. Ancak her halükarda, Dağlık Karabağ’a verilen statünün, o döneme Ermenistan’da daha kalabalık nüfusu olan Azerbaycan Türkleri’nin bulunduğu bölgeler için düşünülmemesi, Çarlık döneminde başlayan Ermeni kayırmacılığının Sovyetler Birliği zamanında da devam ettiğinin göstergesi ve Ermenilerin “Kafkasların şımarık çocukları” olduklarının kanıtıdır.

Ruslar ne yaparsa yapsınlar, Revan Hanlığı üzerine inşa ettikleri Ermenistan’da 1950’lere gelindiğinde bile Türk nüfusunu yok etmeyi başaramamışlardır. Bu nedenle Stalin yönetimi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve 1950’li yılların başlarında Ermenistan’da yaşayan Türk nüfusa yönelik yeni bir zorunlu göç politikasını uygulamaya koymuştur. Bu süreçte de 100 binden fazla Türk kendi kadim topraklarından kopartılarak, Azerbaycan’a göçmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla bu dönemde, Türklerin aleyhine işleyen iki yönlü nüfus hareketi ile hem Ermenistan demografik olarak homojen bir yapıya kavuşturulmuş, hem de Dağlık Karabağ’a Ermenilerin göçü teşvik edilerek bölgenin Ermenileştirilmesi süreci de devam ettirilmiştir.

Bölgeye yönelik Ermeni iddiaları Sovyetler Birliği döneminde de hız kesmeden devam etmiştir. Hatta Stalin döneminde ve Kruşçev döneminde Ermeniler Moskova’ya başvurarak Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanmasını talep etmişlerdir. Ermeniler, Kırım’ın Ukrayna’ya bağlanmasını örnek göstererek Dağlık Karabağ’ın kendilerine bağlanmasını istediklerinde, Kruşçev’in “Dağlık Karabağ’daki Ermenileri Ermenistan’a taşımanız için 24 saat ve 12 bin kamyon vereceğim” şeklindeki sert sözleri 1980’lere kadar Ermenilerin iddialarını dile getirmelerini engellemiştir. Çünkü Kruşçev burada aslında Dağlık Karabağ’ın Ermenilere ait olmadığını vurgulamıştır ki, bu durum Ermeni işgal siyaseti açısından son derece tehlikeli bir durum arz etmiştir. 

Sovyetler Birliği’nin yıkılma emareleri gösterdiği 1980’lerden itibaren çatışmalar yeniden gün yüzüne çıkar. 1988 yılında Dağlık Karabağ Özerk Yönetimi’nin Ermeni üyeleri, Azerbaycanlı üyelerin olmadığı bir toplantıda yapılan oylama ile Dağlık Karabağ’ı Ermenistan’a bağlamıştır. Bu kararı Moskova ve Azerbaycan kabul etmemiş ve sorun 1991 yılında Sovyetler Birliği çökünce Ermenistan ile Azerbaycan arasında sıcak bir çatışmaya dönüşmüştür.

Birinci Karabağ savaşı dediğimiz 1991 ile 1994 yılları arasında yapılan savaşın ardından Azerbaycan topraklarının %20’sine tekabül eden bir alan (yaklaşık olarak 18.000 kilometrekarelik bir alan) Ermeniler tarafından işgal edildi ve bu savaşın ardından yapılan Bişkek Antlaşması da sorunu çözememiştir. 1994’te yapılan Bişkek Antlaşması ile sorun aslında dondurulmuştu ancak ara ara çatışmalar devam ediyordu. Bu çatışmalar sırasında çok sayıda Azerbaycanlı sivil ve asker hayatını kaybetmiştir.

İkinci Karabağ Savaşı Nasıl Başladı?

İkinci Karabağ Savaşı’na giden süreçte en önemli dönüm noktalarından biri 2016’da yaşanan “Dört Gün Savaşları”dır. Ermenistan’ın alışkanlık olduğu üzere yine sivillere saldırdığı bu savaşın Azerbaycan açısından en önemli sonucu, 1994’ten sonra ilk defa işgal altındaki bazı tepelerin ele geçirilmiş olmasıdır. Elbette bu savaşta oldukça küçük tepeler azad edilmişti. Ancak elde edilen başarının özgül ağırlığı, maddi kazanımların çok ötesine geçmiş, 30 yıldır toprakları işgal altında olan ve bu toprakları işgalden kurtaramayan Azerbaycan “mağdur ülke” psikolojisinden çıkarak önemli bir psikolojik eşiği aşmıştır. Ermenistan’da büyük bir yıkıma neden olan Dört Gün Savaşları, Azerbaycan’ın sahip olduğu askeri teknoloji ile işgali sonlandırabileceği gerçeğinin de kanıtlamasına imkân sağlamıştır.

27 Eylül’e giden süreçteki diğer önemli olay, 12 Temmuz’da Tovuz saldırısı olmuştur. Tovuz, Dağlık Karabağ’daki temas hattının çok uzağında, Azerbaycan-Ermenistan sınırında bulunmaktadır. Saldırının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı açıklamada, bu saldırının “Ermenistan’ı aşan bir iş” olduğunu ifade etmişti. O dönem çok gündeme gelmese de şimdi Tovuz saldırılarının arkasındaki asıl failin, Türkiye’nin dikkatini Libya, Suriye ve Doğu Akdeniz’den Kafkasya’ya çekmek olan Fransa’nın olduğu yönündeki algı güçlenmektedir. Dolayısıyla bu saldırıda asıl hedef Türkiye’dir. Çünkü Tovuz; Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan arasındaki gelişen ekonomik ortaklığın kilit bölgelerinden biridir.  Tovuz; Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Petrol Boru Hattı’nın, Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı’nın ve Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattının geçtiği kilit bir bölge konumundadır. Tovuz ayrıca, Azerbaycan’ın en önemli ekonomik ikmal noktasında bulunmaktadır.

İkinci Karabağ Savaşı

27 Eylül’de, Azerbaycan saati ile 06.00’da Ermenistan’ın Azerbaycan’ın sivil yerleşim yerlerine saldırması ve Azerbaycan’ın anında cevap vermesi ile İkinci Karabağ Savaşı başlamıştır. Zaten bu saldırılardan iki gün önce, 25 Eylül 2020’de Aliyev ellerinde istihbarat bilgisi olduğunu, Ermenistan’ın sivillere yönelik saldırılarının olabileceğini ifade etmişti. Yani Azerbaycan bu saldırılara hazırlıklıydı ve dolayısıyla buna uygun önlemler almıştı. Saldırıların hemen ardından Azerbaycan, derhal karşı saldırıya geçmiş ve 44 günde işgal altındaki toprakların önemli bir bölümünün işgalden kurtardığı bir süreç başlamıştır. İlk gün, yani 27 Eylül’de Küçük Kafkasya’nın en yüksek sıradağı olan Murovdağ’ın ele geçirilmesi aslında Azerbaycan’ın zafere gideceğinin ilk işaretiydi. Çünkü 70 km uzunluğundaki bu dağ silsilesinin ele geçirilmesi ile Azerbaycan M-11 karayolunu denetlenmiş oldu. M-11 karayolunun, Ermenistan ile Dağlık Karabağ arasındaki ana ikmal noktalarından biri olması büyük önem taşımaktaydı.

Sahada Azerbaycan’a karşı büyük bir hezimet yaşayan Ermeniler sivillere saldırarak, Azerbaycan’ın Ermenistan topraklarına saldırmasını ve böylelikle Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü’nün devreye girmesini bekliyorlardı. Savaşın başından beri Ermenistan’ın yaptığı şey bu idi. Bu saldırıları da çatışma hattının dışındaki önemli yerlere gerçekleştirdiler. Tabii ki Azerbaycan kesinlikle bu oyuna gelmedi ve uluslararası alanda Ermenilerin saldırılarının sivillere yönelik olduğunu göstermeye çalıştı. 27 Eylül’den itibaren Ermenistan sürekli olarak sivilleri hedef seçmiş, temas hattının dışında Gence, Mingeçevir, Berde, Beylegan ve Terter gibi şehirlere yaptığı saldırılarda çok sayıda masum sivil hayatını kaybetmiştir. Ermenistan dün olduğu gibi bugün de sivillere yönelik saldırılarda bulunarak, savaş zamanında sivillerin korunmasına ilişkin Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’ni (1949) ve ilgili Protokol ve sözleşmeleri, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni (International Criminal Court-ICC) kuran Roma Statüsü’nü -her ne kadar gerek Ermenistan gerekse Azerbaycan Roma Statüsü’ne taraf olmasalar da- de ihlal etmektedir. 28 Ekim’de Ermenistan’ın Berde’ye yaptığı saldırıda kullanılması ve saklanması yasak olan misket bombasını sivillere karşı kullandığını Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü de doğrulamıştır. Berde’ye atılan Rus yapımı smerch füzelerinin hastanenin çok yakına düşmesi de savaş hukukunun alenen ihlalidir. Ermeniler sivillere saldırarak Azerbaycan Türklerinin işgale karşı gösterdiği direnişi ve sürmekte olan savaşa verdikleri desteği kırmak istediler. Zaten 6 Ekim 2020’de Paşinyan’ın Kıdemli Askeri Danışmanı Vagharshak Harutyunyan, Rus televizyon kanalına yaptığı açıklamada, Hedeflerinin Azerbaycan’ın sivil nüfusunu ağır silahlarla vurarak panik oluşturmak olduğunu” açıkça ilan etmişti. Ancak hedef alınan sivil yerleşim yerlerinde yaşayan Türkler son derece vakur duruşları, sürdürülen haklı savaşa karşı verdikleri destekleri ile Ermenilerin bu kirli oyunlarını boşa çıkarmışlardır. Bu durum açıkça şunu göstermektedir, demek ki Ermeniler Türkleri hiç tanıyamamış ve Türkler için vatanın her şeyden mukaddes olduğunu göz ardı etmişler.

Savaşın devam ettiği 44 gün boyunca Azerbaycan; Fuzuli, Cebrail, Zengilan, Gubatlı’yı ve son olarak şehirlerin şahı, kartal yuvası, Azerbaycan’ın kültür başkenti Şuşa’yı azad ederek aslında savaşı kazandığını ilan etmiş oldu. Şuşa burada çok önemli bir yerdir. Şuşa, 210 tarihi ve kültürel esere ev sahipliği yapmaktadır. Şuşa’da; 19 kütüphane, 8 müzik okulu, 7 müze, 20 kültür evi, 1 tiyatro binası bulunmaktadır. Ama bunların ne kadarı kaldı bilemiyoruz tabi. Şuşa ayrıca, Azerbaycan Milli Marşı’nın bestecisi Üzeyir Hacıbeyli’nin de doğduğu şehirdir. Şuşa’nın Türkler açısından, stratejik öneminin yanı sıra manevî bir ağırlığı da vardır. 1991’de Sovyetler Birliği çözüldüğünde Şuşa’nın nüfusunun %90’ı Türk’tü, ama şu an bir tane Türk kalmadı, bir kısmı Ermeniler tarafından öldürüldü, diğerleri ise Şuşa’dan kaçmak zorunda bırakıldı. Azerbaycan bunların hepsinin hesabını soracak. İlham Aliyev işgal altındaki topraklarda yapılan çalışma sonrası Ermenistan’dan hesap soracaklarını açıkladı. Son olarak Hikmet Haciyev de 10 Kasım Anlaşması’ndan sonra, azad edilen yerlerde Ermenilerin neden olduğu tüm zarar için tazminat davası açacaklarını ifade etti. Ermenilerin 30 yılda Azerbaycan’ı 400 milyara yakın maddi zarara uğrattığı bilinmektedir. Bununla birlikte bölgedeki Türk-İslam eserlerine yapılan saldırılar da “Silahlı Çatışma Halinde Kültürel Varlığın Korunması Sözleşmesi” olarak bilinen 1954 tarihli Lahey Sözleşmesi’ne göre cezalandırılmalıdır.

Azerbaycan 1991’de bağımsız olduktan sonra sahip olduğu enerjiyi, ekonomisini geliştirmek ve ordusunu modernleştirmek için kullandı. Tabii ki Azerbaycan ordusunun güçlendirilmesinde Türkiye’nin desteğini unutmamak gerekiyor. Ermenistan Cumhurbaşkanı bir açıklamada diyor ki: “Eğer Türkiye olmasaydı Azerbaycan bu savaşı kazanamazdı.” Hatta Ermenilerin yayın organlarında sanki savaş Ermenistan ile Azerbaycan arasında değil de, Türkiye ile Ermenistan arasında oluyor gibi bir görüntü var. Ermeni diasporasında, Sayın Aliyev ile birlikte Sayın Erdoğan’a (bu durumu görmek için sadece ANCA’nın paylaşımlarını takip etmek bile yeterlidir) karşı da büyük bir tepki var. Özellikle Bayraktar SİHA’larının sahada işi bitirdiğini Ermeniler sık sık ifade ettiler.

Azerbaycan ordusunun, işgal altındaki toprağı Karabağ’daki ilerleyişi devam ederken imzalanan ateşkes antlaşmasını değerlendirir misiniz?

8 Kasım’da Şuşa’nın alınmasından sonra Rusya devreye girdi ve 10 Kasım’da söz konusu antlaşma imzalandı. Ermenistan bu antlaşmayı imzalamak zorunda kaldı. Paşinyan, “Anlaşmayı askerlerin isteğiyle imzaladım. Yoksa geri kalan tüm askerler kuşatılacaktı” şeklinde açıklama yaptı. Ermeniler Şuşa’nın alınmasını büyük bir şaşkınlıkla karşıladılar. Kartal yuvası olarak bilinen Şuşa oldukça dağlık ve ormanlık bir bölge. Bu durum top ve SİHA’ların kullanılmasını engelledi. Şuşa, büyük oranda özel harekât timleri tarafından büyük bir mücadele ile geri alınmıştır. Dolayısıyla Şuşa zaferi, kahraman askerlerimizin bir anlamda göğüs gögüse verdiği mücadele ile kazanılmıştır.

Özellikle şunu da belirtmek gerekir ki, Kafkasya’ya neredeyse 2 haftadır kar yağmaya başladı ve dolayısıyla bölgede hava oldukça soğuk. Bu süreçte coğrafya ve kış da sahadaki askerlerimizin mücadele etmek zorunda kaldıkları unsurlar haline gelmiştir. Bu antlaşma imzalanmasaydı Dağlık Karabağ’ın tamamı zaten alınacaktı yönünde açıklamalar var. Dağlık Karabağ’ın sözde başkanı Arayik Harutyunyan da anlaşmanın bütünüyle imha olmalarını engellediğini ifade etti. Paşinyan da benzer açıklamalar yaptı. Ancak bir de Rusya gerçeği var. Bu gerçeği gözümüzün önünden ayırmamamız gerekiyor. Çünkü savaş başladığından beri, Azerbaycan’ın topraklarının bir kısmını işgalden kurtaracağı ama bir noktada Rusya’nın devreye gireceği zaten bilinmekteydi. Çünkü Rusya’nın Güney Kafkasya’da varlığının temel nedeni Dağlık Karabağ sorunudur. Bu sorun olduğu için yıllardır Rusya Ermenistan’ı elinde tuttu. Bu gerçeği görmezden gelip Azerbaycan neden antlaşmayı imzaladı demek kolaycılık olur.

Antlaşma maddelerine baktığımızda Azerbaycan açısından oldukça olumlu maddeler var. Kelbecer’in 15 Kasım’da, Ağdam’ın 20 Kasım’da, Laçın’ın 1 Aralık’ta Azerbaycan’a geri verileceği yönündeki maddeler Azerbaycan açısından çok önemli. Çünkü bu bölgeler hiç savaşılmadan ait olduğu ülkeye, yani Azerbaycan’a geçecek. Ancak buradaki en büyük sıkıntı, Ermenilerin sözlerinde durup, söz konusu bölgelerden çekilip çekilmeyecekleridir.

Bölgede Rus askerinin konuşlanıyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Rus barış gücünün Dağlık Karabağ’da 5 yıl süreyle olacağı, eğer taraflar itiraz etmezse 6 ay öncesinde tekrar otomatik olarak bu sürenin 5 yıl daha uzatılacağı yönünde bir madde var. Ruslar antlaşma imzalanır imzalanmaz Dağlık Karabağ’da idiler, yani bu duruma hazırlıklılardı. Dolayısı ile Azerbaycan açısından en riskli madde bu.

Aslında Rusya, Barış Gücü adı altında nereye gittiyse oradan çıkmadı. Hatta geçen hafta Kommersant gazetesinde “Eski Sovyet coğrafyasında bulunan Rus barış güçlerinin sorumluluk alanlarından çekilmediği” yönünde bir haber vardı. Gerçekten de Rusya 1992’de Transdinyester’e barış gücü gönderdi ve hala orada. Rusya, post-Sovyet coğrafyaya ilk barış gücünü Güney Osetya ve Abhazya’ya 1990’da gönderdi. 2008’de Güney Osetya Savaşı’ndan sonra Rusya, Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıdı. Bu iki bölge de jure Gürcistan’a bağlı olmakla birlikte de facto bağımsızlıklarını ilan ettiler ve yine 1992’de bağımsızlığını ilan eden sözde Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’ni (Ermeniler Artsah diyor) de Güney Osetya, Abhazya ve Transdinyester tanımaktadır. Burada ilginç bir tablo var. Eski Sovyet coğrafyasında Rusya’nın girişimleri ile de facto bağımsızlık ilan eden bölgeler birbirlerini tanıyarak, bu girişimlerini meşru hale getirmeye çalışıyorlar. Bu noktada, Ermenistan’ın ve hiçbir BM ülkesinin sözde Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’ni tanımadığının da altını çizmekte fayda var. Özetle, antlaşmadaki bu 4. maddede en fazla rahatsız eden konu Dağlık Karabağ’da Rus askerinin olması.

Antlaşmada Dağlık Karabağ ile ilgili herhangi bir statü yok. İlham Aliyev de bunu sık sık tekrar ediyor. Ancak bölgede Rus barış gücünün olması ilerleyen dönemde Dağlık Karabağ’daki statüyü değiştirir mi? Özellikle 3. madde ile Dağlık Karabağ’dan Laçin koridoru ile Ermenistan’a bağlantı kurulacak olması ve bu bağlantının Rus askerlerince denetlenecek olması bu kötü ihtimali gündeme getirmektedir.

Türk ve Rus devlet görevlilerinin birbirini yanlışlar nitelikteki, Türk askerinin bölgede bulunması söylemlerini nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye, bölgede bulunacak mıdır?

Bu konu şu an itibariyle muallakta. 11 Kasım’da Türkiye ve Rusya arasında bir mutabakat zaptı imzalandı. 13 Ekim’de Rus heyeti Türkiye’ye geldi. Rus heyeti ile yapılan görüşme hala sonuca bağlanamadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan açıkça “Rus askeri nerede olacaksa, Türk askeri de orada olacak” dedi. Milli Savunma Bakanı Akar ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu da sık sık bunları tekrar etti. Rus kaynaklarına baktığımızda ise Peskov diyor ki: “Türk askeri kesinlikle Dağlık Karabağ’da olmayacak.” Lavrov da: “Türk askeri kesinlikle sadece antlaşmanın denetleneceği, Karabağ’da olmayan bir coğrafyada olacak” yönünde değişik açıklamalarda bulundu. Yani bu konuda ciddi kafa karışıklığı var. Ancak net olan şey, Azerbaycan’ın Türk askerini kesin olarak bölgede görmek istemesidir. Zaten 10 Kasım’da anlaşma yapıldıktan sonra Aliyev yaptığı açıklamada, Türkiye’nin sahada olacağını defaatle dile getirdi. Türkiye de bu konuda son derece net tavır sergiliyor ve TSK’nin bölgede olacağı başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere üst düzey devlet görevlileri tarafından sık sık dile getiriliyor.

Metinde tam anlaşılmayan Hocalı, Hocavend, Hankendi, Ağdere’nin durumu ne olacak?

Antlaşmada Azerbaycan açısından can alıcı noktalardan biri bu. Çünkü buralara yerleştirilmiş Ermeniler var. Günümüzde bu bölgede yaşayan Ermeni nüfusunun 135.000 civarında olduğunu biliyoruz ama şu anda göçenler ile birlikte sayıyı net olarak söylemek mümkün değil. Fakat Hocalı, Hankendi ve Hocavend bölgesinde Ermenilerin yaşayacağını biliyoruz. Rus barış gücü tarafından korunacağını da biliyoruz. Ancak Azerbaycan sık sık yaptığı açıklamalarda, bu nüfusun Azerbaycan vatandaşı olacağını ve Azerbaycan hukukuna göre yaşayacağını vurguluyor. Lakin Rus barış gücünün koruyacağı, Ermenistan’la bağlantı kurulan bir toprakta yaşayanlar nasıl Azerbaycan’ın vatandaşı olarak kalacaklar? Bu durum oldukça can sıkıcı. Bununla birlikte antlaşmada, Dağlık Karabağ’la Ermenistan’ı bağlayan 5 kilometrelik bir Laçın Koridoru var. Buraya Rus askeri yerleşecek ve Erivan’dan Hankendi’ye karayolu bağlantısı sağlanacak. Dolayısıyla Dağlık Karabağ’ın bir kısmında Ermeniler yaşamaya başlayacak. Ermeni nüfusuna bırakılan 2500 kilometrekarelik bir alan var. Azerbaycan, buradaki Ermenilerin Azerbaycan vatandaşı olacağını belirtiyor. Antlaşmada ise Rus barış gücünün bölgeyi koruyacağı ifade ediliyor. Buradaki Ermeniler, Laçın Koridoru vasıtası ile Ermenistan ile bağlantı kuracak. Bu noktadaki temel soru: Böyle bir durum etnik Ermenilerde ayrılıkçılığı azaltır mı, yoksa devam mı ettirir mi? Elbette devam ettirir. Dolayısıyla ilerleyen dönemde Dağlık Karabağ’ın statüsüne ilişkin ne olur bilmiyoruz çünkü İlham Aliyev sık sık kültürel özerklik verebiliriz, bunun dışında siyasi özerklik asla gerçekleştirilemez diyor. Paşinyan ve sözde Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin sözde Cumhurbaşkanı ise 10 Kasım’dan sonra sık sık bölgeye özerklik verilmesi gerektiğini vurguluyorlar.

Şunu da belirtmek gerekiyor: Kafkasya dağlık bir yer ve her ülke heterojen yapıda. Ermenistan’ın neredeyse tamamı Ermeni. Sadece 3 milyonluk Dağıstan’da 30’dan fazla etnik grup yaşarken, nasıl oluyor da Ermenistan’da neredeyse sadece Ermeni yaşıyor. Bu durum ancak etnik temizlik ve soykırımla açıklanabilir. Azerbaycan’da yaşayan 30.000 Ermeni var ve hatta Gence saldırılarında yaralananlardan biri Ermeni bir kadındı. İlham Aliyev, BBC’ye vermiş olduğu bir röportajda, “Azerbaycan’da 30.000 Ermeni var ve hatta Ermenistan’ın eski Savunma Bakanı Haratunyan’ın kız kardeşi Zora Haratunyan da Azerbaycan’da yaşıyor” demiştir. Düşünün ki, bir ülke ile savaş halinde olan diğer bir ülkenin eski Savunma Bakanı’nın kız kardeşi o ülkede yaşayabiliyor. Bu, Azerbaycan’ın hoşgörüsünü gösteren çok güzel bir örnek.

Antlaşmada geçen Nahçıvan ve Azerbaycan arasında kurulacak kara yolu nasıl olacak? Kimin gözetiminde olacak ve diğer ayrıntılar nelerdir?

Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Azerbaycan’a bağlı. 100 yıl önce Azerbaycan ile Nahçıvan birleşikti. Stalin 1920’de Zengezur’u Ermenilere vermiştir. Zengezur’un verilmesiyle bu bölge Türkiye ile Türk Dünyası arasına adeta bir hançer gibi girmiştir. Dolayısıyla Nahçıvan ve Azerbaycan arasındaki bağlantı Zengezur’un verilmesi ile kesilmiştir. Antlaşmanın 9. maddesinde deniliyor ki İran sınırında, Zengezur’un güneyinde bir hat oluşturulacak ve Nahçıvan ve Azerbaycan birbirine bağlanacak. 100 yıllık bir hayal gerçekleşiyor ama bu yapılabilir mi tartışılır. İlerleyen süreç bunu gösterecek ama Azerbaycan’ın elinde çok büyük bir koz var. Eğer Nahçıvan koridoru uygulanmazsa Laçın Koridoru da uygulanamaz. Her ikisi de Rus askeri gözetiminde olacak. Bunu da unutmamak lazım. Atatürk Nahçıvan’a Türk kapısı demiş ve oradaki 11 kilometreye yakın İran sınırındaki bölgeyi kendi şahsi parası ile satın almıştır. Atatürk büyük bir lider. Bunu 100 yıl sonra yine anlıyoruz. Nahçıvan ve Azerbaycan’ın birleşmesi Türkiye ile Türk Dünyası’nın birleşmesi demek. Türkiye, incecik koridordan Türk Dünyası’na ulaşacak. Atatürk, Moskova Antlaşması’nı yapmak için giden heyete “Nahçıvan’ı unutmayın, orası Türk kapısıdır” diyor. Eğer, antlaşma maddesi uygulanırsa Türkiye, Türk Dünyası’na bağlanacak.

Bu konu ile ilgili ilk açıklama, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından 4 Ekim’de Gence saldırıları sonrası yapıldı. 4 Ekim’de, Ermeniler Gence’ye saldırdıkları zaman Devlet Bahçeli “Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nin Azerbaycan Cumhuriyeti’ne katılması şarttır, tarihi zorunluluktur, çok acil bir ihtiyaçtır, deyim yerindeyse hayat memat konusudur” demiştir. Şimdi anlıyoruz ki, bu söz boşuna söylenmemiş. Devlet Bahçeli orada Türk kapısını işaret etmiş. Bu maddenin Türkiye’nin isteği ve desteği ile konulduğunu düşünüyorum. Bu açıklama üzerine çeşitli yorumlar yapıldı. Zaten Nahçıvan Azerbaycan’a bağlı değil mi? şeklinde anlamsız yorumlar dahi yapıldı. Sayın Bahçeli’nin açıklamasında bahsettiği coğrafi sınır anlamında bir bağlantı kurmaktı. Bakıyoruz ki antlaşmanın 9. maddesi Devlet Bahçeli’nin işaret ettiği bağlantıyı kurmaya yönelik. Uygulanırsa Türkiye sadece Nahçıvan’a değil, Türk Dünyası’na da bağlanacak.

Bölgede yaşanacakların, Türk milletinin menfaatlerine en uygun olacağı senaryo nedir? Bunun için Azerbaycan ve Türkiye’nin yapması gerekenler nelerdir?

Uluslararası alandaki en büyük eksikliğimiz kendimizi anlatamamamız. Buna karşın Ermeni lobisi başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerde çok güçlüler ve sürekli Türkiye aleyhine çalışmalar yapıyorlar. Yaşadığımız son savaşta da Ermeni lobisinin kara propagandasına açık şekilde maruz kaldık. Örneğin Nike markası Azerbaycan futbol kulüplerine destek vermeyecekleri yönünde açıklama yaparken, Türkiye adına lobi faaliyeti yapan Mercury şirketi Ermeni baskısı neticesinde Türkiye ile ilişkisini kesti. Dolayısıyla Türkiye’nin en büyük sıkıntısı uluslararası alanda kendisini yeterince ifade edememesidir. İlham Aliyev diyor ki: “Bir milletin iki lobisi olmaz.” Uluslararası alanda gördüğümüz en büyük eksiklik lobi faaliyeti noktasında yaşadığımız sıkıntıdır. 2. Karabağ Savaşı’nda gördük ki tüm dünya Türkiye ile Azerbaycan’ı bir görüyor. Ermeni yanlıları sadece Azerbaycan’a saldırmadı, hatta bu süreçte Türkiye’ye daha fazla saldırdılar. O zaman biz neden ortak lobi faaliyetini daha da güçlendirmiyoruz. Bu konunun önemli olduğu kanaatindeyim.

Bu noktada Sayın Ganire Paşayeva’dan dinlediğim bir olayı aktarmak isterim. Sayın Paşeyeva, Latin Amerika’ya yaptığı bir ziyarette, (ülke ismini hatırlayamadım) milletvekillerine sözde soykırımı neden kabul ettiniz şeklinde soru sorduğunda, “Ermeniler geldi ve Türkler bizi öldürdü dedi ama siz gelmediniz” şeklinde cevap alıyor. Bütün olay burada düğümleniyor. Bir Türk atasözü der ki; “Gidemediğin yer senin değildir”. Dolayısıyla biz kendimizi açıklayamadığımız sürece, en fazla kaybettiğimiz yer uluslararası saha olacaktır. 1973’ten 1984’e kadar 42 diplomatımız Ermeni terör örgütü ASALA tarafından öldürüldü. Biz bunu bile anlatamadık. Dolayısıyla savaş süresi boyunca en çok gördüğüm ve en çok üzüldüğüm konu, uluslararası alanda Türkiye’nin ve Azerbaycan’ın lobi faaliyetine daha fazla ağırlık vermeleri gerektiği gerçeğidir. Kendimizi daha fazla ve yüksek sesle ifade etmemiz gerekiyor. Özellikle tanınmış isimlerin Türkiye ve Azerbaycan lehine açıklama yapmaları çok önemli. Ermeniler daha önce yaptıkları gibi, 44 günlük bu savaş döneminde de Batılı ülkelerdeki vekiller ve tanınmış simalar vasıtasıyla Ermenistan’a uluslararası alanda destek bulmaya çalışmışlardır. İlham Aliyev’in dediği gibi Azerbaycan ve Türkiye’nin ortak lobi faaliyetlerini yürütmesi haklı davamızı uluslararası alanda anlatmamız için çok önemli.

 

(1) Türkler’in İran’daki hâkimiyeti Gazneliler ile başlar. Kısa süreli kesintiler hariç 1925’e kadar İran’da Türk hâkimiyeti sağlanmıştır. Büyük Selçuklu, Safeviler, Afşar ve Kaçar Hanedanlıkları dışında İran’da; Harzemşahlar, Karakoyunlu ve Akkoyunlu Devletleri de hüküm sürmüştür.

Diğer Söyleşiler