Söyleşiler

Türkiye, Meselenin İnsani Yönüyle İlgilenmelidir Putin Hayranı Olduğu Sovyetler Birliği’nin Taktiğini Uyguluyor TÜRKMENLER, MUKAVEMET VE DİRENİŞ RUHUNU GÖSTERMELİDİR TÜRK MİLLETİ UYAN! DOĞU TÜRKİSTAN’DA SOYKIRIM VAR! İran Türklüğünün Esas Gayesi, Millî ve Siyâsî Kimliğimizin Yeniden İhyasıdır Olayların Sosyal, Siyasî ve Ekonomik Sebepleri Var ADI DEVLET OLSUN
Türkiye ve Libya Akdeniz'de önemli bir adım attı

Türkiye ve Libya Akdeniz'de önemli bir adım attı

Yeditepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Furkan Kaya ile Libya meselesindeki son gelişmeleri konuştuk.

Libya’ya asker göndermemizde ve Libya krizine bu denli müdahil olmamızda Libya ile imzaladığımız mutabakatın payı nedir? Söz konusu anlaşma imza altına alınmamış olsaydı durum bugünkünden farklı olur muydu?

Öncelikle, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hassasiyetini, ulusal güvenlik bağlamındaki kırmızı çizgilerini iyi analiz etmemiz gerekiyor ve bunu dışarıya iyi ifade etmemiz gerekiyor. Doğu Akdeniz coğrafyasının tarihten gelen büyük bir stratejik önemi olduğunu görmekteyiz. Doğu Akdeniz coğrafyası, Akdeniz ve Orta Doğu’nun ayrılmaz bir parçasıdır. Ayrıca coğrafi açıdan baktığımız zaman doğu ile batı, kuzey ile güney arasında bir ticaret, iletişim, ulaşım ve hatta bir savaş alanı olarak dünya tarihine yön verdiğini de görmekteyiz. Tabii ki de geçmişte olduğu gibi bugün de küresel ve bölgesel aktörlerin mücadelelerine sahne olmakta. Bu açıdan baktığımızda özellikle daha çok enerji ihtiyacı olan, enerjiye bağımlı olan ülkelerin enerji geçiş güzergahı olarak gene bu Doğu Akdeniz coğrafyasını görmekteyiz. Bu coğrafyadan yaklaşık yedi bin civarında gemi geçmekte ve ayrıca dünya ticaretinin yaklaşık dörtte birine de bu coğrafyanın ev sahipliği yaptığını görmekteyiz.

Biz burada Türkiye ile Libya arasındaki ilişkileri değerlendirirken Doğu Akdeniz’in stratejik ve jeopolitik öneminden hareket etmemiz gerekiyor. Öncelikle bunu vurgulamamız gerekiyor. Dolayısıyla daha büyük resmi görmemiz gerekirse, Türkiye açısından bu coğrafyanın önemini ifade etmek gerekirse özellikle Doğu Akdeniz havzasındaki doğalgaz ve petrol rezervlerinin yanında Ortadoğu ve Hazar enerji kaynaklarının koridorunda olması, Doğu Akdeniz bölgesinin önemini katbekat artırmaktadır. Kısaca bir de bu coğrafya üzerindeki ülkelerin sınırlarına baktığımız zaman; Türkiye’nin yaklaşık olarak 1542, Mısır’ın 840, İsrail’in 273, Lübnan’ın 225, Suriye’nin 193, Libya’nın ise 1800 kilometre sınırı olduğunu görmekteyiz. Yani burada Türkiye ile Libya’nın Doğu Akdeniz’de en uzun sınır şeridine sahip olan iki önemli ülke olduğunu görmekteyiz. Ayrıca Yunanistan da biliyorsunuz Doğu Akdeniz’de kendince bir düzen tesis etmeye çalışıyor. Onlarda Rodos ve Girit adalarının sahil şeridi boyunca bir kıyı şeridi olduğunu görmekteyiz. Tabii kendileri bu sahil şeridinden itibaren Güney Kıbrıs Rum yönetimi ile kendi aralarında bir münhasır ekonomik bölge anlaşması imzalayarak kendilerince Türkiye’yi neredeyse Mersin Körfezi’nden dışarı çıkamayacak vaziyete getirmeyi planlamışlardır. Genel amaç oradaki enerji ve petrol kaynaklarından Türkiye’yi mahrum bırakmak, Türkiye’nin burada kesinlikle bir enerji arama faaliyetine girmesini engellemek olduğunu da görmekteyiz. Dolayısıyla dünya jeopolitiği olarak Doğu Akdeniz coğrafyasının en önemli stratejik alanlardan biri olduğunu söylememiz gerekiyor. Özellikle Güney Kıbrıs Rum yönetimi, İsrail ve Yunanistan’ın kendi aralarında yaptıkları anlaşma ile beraber burada ilk olarak İsrail ve Kıbrıs gazıyla üretilen elektriğin denizaltına döşenecek kablo ile Yunanistan’a ulaştırmayı amaçlayan bir proje söz konusu. İkinci olarak da Doğu Akdeniz doğalgaz boru hattı. Üçüncü olarak da Akdeniz’de bir doğalgaz depolama tesisinin kurulması planlanmakta. Burada bir enerji terminali oluşturarak burada çıkacak doğalgazın iki kere fiyatlandırılarak, daha fazla kâr bırakarak ülkelere pazarlanması söz konusu. Bununla ilgili en önemli gelişmelerden biri de Netanyahu’nun özellikle Güney Kıbrıs’ı ziyaret etmesi ve Güney Kıbrıs Rum yönetimini ziyaret eden ilk İsrail Başbakan’ı olarak da tarihe geçmesi burada büyük önem arz ediyor. Bu kısa özetten sonra Türkiye ile Libya arasında yapılan münhasır ekonomik bölge anlaşmasının özellikle Doğu Akdeniz’deki hukuksuz ilerlemelere karşı Türkiye’nin yapmış olduğu stratejik, jeopolitik çok önemli bir hamle olduğunu söylememiz gerekiyor. Bu bizim hem milli güvenliğimiz hem de ulusal çıkarlarımız bakımından son derece gerekli ve yapılması gereken bir hamleydi. Dolayısıyla burada Türkiye’nin Libya ile yapmış olduğu anlaşma son derece önemlidir. Tabii bu mutabakatta özellikle Doğu Akdeniz’de Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum yönetimi ve Mısır arasında önemli bir kalkan oluştuğunu ve Yunanistan’ın politik oyunlarına da büyük bir darbe vurulduğunu görmekteyiz.

Türkiye ve Libya bizim Mavi Vatan olarak adlandırdığımız bu coğrafyada artık çok önemli bir kalkan oluşturdu. Türkiye tabii ki bu anlaşmaya istinaden enerji arama faaliyetlerine de girişebilecek. Zaten bizim için önemli olan mesele Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarının korunması. Türkiye burada meşru Trablus hükümeti ile yapmış olduğu anlaşmayla kesinlikle zaten hukuksuz bir anlaşmaya imza atmadığını ve bu anlaşmayla da buradaki enerji kaynaklarının arama faaliyetlerinde bulunacağını söyleyebiliriz. Tabii Türkiye’nin Libya’daki gelişmeleri Doğu Akdeniz enerji diplomasisinden artık farklı, bağımsız düşünmeyeceğini söylememiz gerekiyor. Burada Kıbrıs adasının stratejik öneminden de hareketle bu anlaşma ile Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne gözlem amaçlı insansız hava araçları yerleştirmesi ve deniz üstü kurma planlarının da bu bakımdan önem arz ettiğini görmekteyiz.

Türkiye’nin Libya ile imzalamış olduğu münhasır ekonomik bölge anlaşmasından sonra özellikle Trablus hükümeti ile yapılan Türkiye’nin askeri üs kurmasına ilişkin yapılan anlaşmanın büyük önem arz ettiğini söylemek istiyorum. Türkiye Libya’da polis ve askeri sorumluklar içeren ani müdahale kuvveti ile ortak savunma ve güvenlik işbirliği ofisi kurmasının yanında bunun eğitim, teknik bilgi, beceri geliştirici faaliyetler ile birlikte kara, deniz ve hava araçlarının hibesini içerecek şekilde burada Trablus hükümetine destek sağladığını görmekteyiz. Askeri noktada önemli bir yerde olursanız, orada ekonomik ve siyasi olarak da ağırlığınız olacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin Libya ile yapmış olduğu bu askeri anlaşmada tabii ki muharip güç olarak Türkiye’nin bulunmayacağını da ifade etmemiz gerekiyor. Zaten bu, Sayın Cumhurbaşkanı tarafından da ifade edildi. Türkiye burada tarihte yapmış olduğu diğer harekâtlar gibi; Fırat Kalkanı, Zeytindalı, Barış Pınarı ve 1974’te gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs Barış Harekâtı’nda olduğu gibi yapmış olduğumuz tüm harekâtlar içerisinde barış ve barışı temsil eden ifadeler olmasının yanında gerçek manada bu bölgeye barışı getirmek üzere operasyonlar düzenlediğimizi söylememiz gerekiyor. Aynı şekilde hiçbir zaman, hiçbir Türk devleti barışı düşünmeksizin bir savaşa girmemiştir. Yapmış olduğumuz tüm savaşlar, bağımsızlık savaşımız da dâhil olmak üzere, her zaman için Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh!” ilkesinden hareketle yapıldığını da söylememiz gerekiyor. Özellikle Libya’daki askeri üssümüzün öneminden bahsettikten sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yaklaşık on ülkede askeri üssünün bulunduğunu söylemek istiyorum. Bunlardan birincisi Bosna Hersek, Bosna’da yaklaşık 250 adet askerimiz bulunmakta. Somali’de 200, Kosova’da 400, Suriye’de 5000, Arnavutluk’ta 100, Irak’ta 2500, Katar’da 300, Azerbaycan’da 70, Afganistan’da 563 ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde de yaklaşık 50000 kadar Türk askerimiz şu anda görev yapmakta. Bunların hepsinin barışı korumak adına görev yaptığı unutmamamız gerekiyor. Ayrıca Türkiye’nin Libya’daki varlığı da iki tarafı aslında masaya oturtacak ve uzlaştırıcı yeni bir Libya döneminin açılması için elinden geleni yapacak bir faaliyette bulunacaklarını söylememiz gerekiyor. Biz bir yandan diplomasi kartımızı kullanacağız bir yandan da askeri varlığımızla da herhangi büyük bir çatışmaya bölge halkının girmesine müsaade etmeyeceğiz. Ne olursa olsun sonuçta Türkiye, jeopolitik öneminden hareketle son derece kritik bir coğrafyada yer alan ve sınırdaş ülkelerle birlikte denizaşırı sınırları bulunan ülkelerle de kesinlikle bağlantısız kalması mümkün değildir. Dolayısı ile Türkiye denizaşırı olan ülkelerle de sınırı olan ülkeler le de barışı sağlama yolunda elinden geleni yapmaya devam edecektir, diyebiliriz. Eğer söz konuşu anlaşma olmamış olsaydı Türkiye’nin burada ne ile karşılaşacağını tabii ki de bilmiyoruz. Bir tarafta Amerika Birleşik Devletleri’nin desteklediği bir Hafter görmekteyiz. Bunların arkasında Birleşik Arap Emirlikleri’ni de görüyoruz, diğer başka güçleri de görüyoruz, hatta Rusya’yı da görebiliyoruz. Diğer taraftan da meşru bir Trablus hükümeti var, Avrupa Birliği tarafından desteklenen ve Birleşmiş Milletler tarafından tanınan. Dolayısıyla Türkiye’nin burada olması barış adına atılacak adımların daha hızlı atılmasını sağlayacaktır. Zaten bölge ülkesi olması hasebiyle de bölgesel sorumluluğu bağlamında böyle bir oluşumun içinde olmasının son derece gerekli olduğuna inanıyorum.

Libya iç savaşında muhalif grubun başını çeken General Hafter’in Moskova’daki ateşkes masasından kaçmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Rusya’nın alenen desteklediği Hafter’in Rusya’nın izni ya da bilgisi olmadan kendi başına hareket edebilmesi mümkün müdür?

Kaddafi döneminden itibaren zaten Libya içerisinde çok ciddi küçük grupların birbiriyle çatışma halinde olduklarını görmekteyiz. Tabii Kaddafi’nin öldürülmesinden sonra bu hem kabile güçlerinin hem de bu küçük, irili ufaklı grupların ülke genelinde iktidarı ele geçirmek üzere birbirleri ile mücadele ettiklerine şahit olduk. Bunların en büyükleri kimdir diye baktığımız zaman burada muhalif grubun başında olan General Hafter’in, Halife Hafter’in muhaliflerin başında büyük bir bir güç olarak bu mücadeleyi devam ettirdiğini görmekteyiz. Yani bir tarafta General Hafter öncülüğünde Libya Ulusal Ordusu diğer tarafta da Başkent Trablus’ta Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni görmekteyiz. Biliyorsunuz, Türkiye’nin Rusya ile yapmış olduğu görüşmelerden sonra yapılan anlaşma ile derhal bölgede ateşkesin sağlanması gerektiği ve bölgedeki özellikle Amerika’nın, Rusya’nın ve diğer güçlerin paralı askerlerinin bu mücadelede ateşkesi sağlamaları noktasında bir mutabakata varıldı. Fakat ne oldu? Rusya’daki anlaşmayı Türkiye’nin katılımından dolayı imzalamadığını söyleyen Hafter’e bağlı temsilciler meclisi başkanı olan Salih, “Artık ateşkes sona ermiştir, savaş devam edecektir.” şeklinde açıklamalarda bulunmuştu. Zaten bunlar başından beri burada bir ateşkes sağlanmasını veya ülke genelinde bir mutabakat zemininin oluşmasını istemiyorlar.

Hafter’in geçmişine bakarsak kendisinin çok karmaşık bir tarihe sahip olduğunu görmekteyiz. Bunlardan birincisi Hafter’in yirmi yıl kadar Amerika’da ikamet etmesi, CIA’de dönem dönem eğitim almış olması. Bu anlamda zaten ne açıdan yetiştirildiğini ve kimlere hizmet açısından yetiştirilmiş olduğunu ortaya koymuş oluyor. Dolayısıyla Libya’da kesinlikle tamamen, genel olarak bir milli mutabakat sağlanmasını beklemek bence çok fazla iyimserlik olacaktır. Zaten Hafter’in ordusuna baktığımız zaman 2011 sonrası kurulan milis gruplar, petrol tesisleri muhafızları gibi milis kuvvetler bulunuyor. Ayrıca ayrılıkçı bazı milis grupları da görmekteyiz. Bunlar Kaddafi döneminden kalmadır. Çad’lı isyancılardan oluşan kabileler, Sudan’lı isyancılar, bunların alt grupları olarak bazı kabileler, bunların paralı askerlerden oluştuğunu da görmekteyiz. Hafter’in diğer taraftan düzenli bir deniz kuvvetleri oluşturduğunu da görmekteyiz. Yaklaşık on adet operasyonel savaş uçağının olduğunu, kara kuvvetleri olarak yedi bin savaşçısının olduğunu görmekteyiz. Yani burada gerçekten büyük bir devletin kumandanı gibi, devlet başkanı gibi bir yapılanmaya gittiğini de söylememiz gerekiyor. Zaten haritaya bakarsak da ülkenin büyük bir kısmını kontrol ettiğini, ülkenin güneyinde de küçük kısımlarda kabilelerin kontrol sağladığını görmekteyiz. Zaten topraklarının büyük bir kısmının çölden ibaret olduğunu görürsek buradaki en önemli mesele Trablus, Humus bölgesinden Tunus’a doğru devam eden sahil şeridi ve doğuda da Sirte’ye kadar olan bölgenin kontrolünün hem prestij açısında hem de milli meşru bir zemin sağlanması bakımından çok büyük bir önem arz ettiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla Hafter burada ilk fırsatta Trablus’a doğru ilerlemeye devam edecektir.

Ortadoğu’da yaşanan meselelere, dünya genelinde yaşanan gelişmelere baktığımızda bu tip darbeci generallerin, darbeci figürlerin veya devletler tarafından desteklenen bazı terör gruplarının büyük devletlerin izni olmadan hareket etmesinin mümkün olmadığını zaten sürekli ifade ediyoruz. Dolayısıyla burada da yeni bir düzen kurulacaksa, bu bölgenin özellikle dünyanın iki büyük gücü olarak görmemiz gereken Rusya ve Amerika’nın büyük bir bilek güreşi sahası olduğunu unutmamamız gerekiyor. Rusya hem Hafter’i Amerika tarafına kaptırmamak hem de kendi istediği bir düzen dizayn etmek bakımından iki taraf arasında Hafter’in ikili oynayabileceğini söylememiz gerekiyor. Tabii ki izni olmadan hareket etmesi demek, izni olmadan derken belki de Hafter’in haber vermeden yani hem Amerika hem de Rusya bağlamında değerlendirirsek habersiz bir politika takip etmesi son derece zor. Zaten biz özellikle Rusya ile diplomasi masasına oturduğumuz zaman, “Tamam Hafter’in burada belirli bir kontrol alanı var fakat kesinlikle burada bir de Birleşmiş Milletler’in tanıdığı bir Trablus hükümeti var.” dedik. Dolayısıyla bu iki tarafın uzlaşması gerektiği, uzlaşmadığı takdirde bölgenin Suriye’den daha büyük bir yangın yerine dönebileceğini ve bu yangının Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya sıçrayacağını defalarca ifade ettik, Rusya tarafına da.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ve Libya ile yaptığı anlaşma ile attığı adımların yasal dayanakları nelerdir? 

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Libya’yla yapmış olduğu bu anlaşmanın tabii ki kesinlikle yasal adımları olduğunu söylememiz gerekiyor. Biz, uluslararası hukuka dayanan haklarımızı kullanarak bu bölgede münhasır ekonomik bölge anlaşmasına imza attık. Sonuçta Türkiye’nin münhasır ekonomik bölge alanı bellidir. Libya’nın da aynı şekilde meşru bir devlet olarak münhasır ekonomik bölge alanı bellidir. Yunanistan’ın özellikle Girit Adası’ndan itibaren Güney Kıbrıs Rum yönetimi ile yapmış olduğu münhasır ekonomik bölge anlaşması Türkiye’nin münhasır ekonomik bölgesine yapılan bir tecavüzdür, tacizdir. Hiçbir hukuki temeli yoktur. Kıbrıs adasındaki enerji arama faaliyetlerinde Mısır, İsrail, Yunanistan devletlerinin bir araya gelerek bölgede Avrupa Birliği ülkeleri, Amerika hatta ve hatta Rusya bir araya gelerek bölgede enerji kaynaklarının ada halkına eşit olarak değil sadece Güney Kıbrıs Rum yönetimine bırakılması ve onların kullanması şeklinde bir duruşları da var. Bu, kesinlikle hukuka aykırıdır. Rusya’nın da geçmişte hatırlarsak Güney Kıbrıs Rum yönetimine malî ve askeri yardım yaptığını görmüştük. Keza Amerika’da bunu yapmaya devam etmekte. Dolayısıyla adadaki iki toplum arasındaki sorun çözülmediği müddetçe veya çözülmemiş durumdayken böyle bir politika takip etmek zaten sorunları daha kronikleştirmekte, çözümsüzlüğü çözüm haline getirmekte. Ama kesinlikle burada altını çizebiliriz, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Libya ile yapmış olduğu anlaşma uluslararası deniz hukuku kaidelerine tamamen uygundur.

Bölgede pek çok ülkeye ait enerji arama tarama faaliyetlerini sürdüren gemiler bulunmaktaydı. Bu gemiler/dolayısıyla bu ülkeler Doğu Akdeniz’deki varlıklarını koruyor mu? Libya ile yapmış olduğumuz anlaşma sonrası bu ülkelerin durumunda bir değişiklik oldu mu?

Burada Güney Kıbrıs Rum yönetimi, İsrail ve Yunanistan’ın kendi aralarında yapmış oldukları anlaşmalarla bu bölgeden geçirilecek enerji kaynaklarının boru hatlarıyla Avrupa’ya aktarılması konusunda kendi aralarında bir münhasır ekonomik bölge anlaşması imzalamışlardı. Tabii bizim bu anlaşmayı, Libya ile yapmış olduğumuz anlaşmayla bozmamız, oradaki şah damarını kesmemiz, Mavi Vatan’daki varlığımızı perçinlememiz burada yapılacak enerji faaliyetlerinde elbette Türkiye’nin de enerji arama faaliyetlerini sürdürecek olan gemilerinin bu bölgede yer almasını sağlayacaktır. Biliyorsunuz, Fatih sondaj gemisi ile ve diğer araştırma gemilerimizi de Doğu Akdeniz Bölgesi’ne doğru kaydırarak buradaki varlığımızı; her ne kadar bize yaptırım, başka türlü siyasi tehditler savursalar da Türkiye bunun hiçbir zaman hukuki zeminde olmadığını bilmekte. Dolayısıyla haklarını koruyarak buradaki enerji faaliyetlerine, uluslararası anlaşmalar kaidelerinden hareketle sürdürecektir diyebiliriz.

Libya ile yapmış olduğumuz anlaşmanın bir benzerinin Mısır’la yapılması söz konusu olabilir mi? Özellikle Arap Baharı sonrası Türkiye’nin böyledeki pek çok ülke ile bozulan ilişkileri olumlu yönde bir seyir almaya başladı mı? 

Uluslararası ilişkilerin bir daimî kâidesi vardır. Uluslararası ilişkilerde daimî menfaatler vardır, ulusal çıkarlar vardır. Dolayısıyla siz bir devletle kişisel duygularınızdan hareketle ilişkilerinizi iyileştiremezsiniz veya ilişkilerinizi kötüleştiremezsiniz. Devlet menfaatleri ne gerektiriyorsa onları yapmak zorundasınız. Biz aynı şekilde devlet geleneği olan, yaklaşık üç bin yıllık köklü tarihi ile devlet geleneğini kökleştirmiş bir Türkiye Cumhuriyeti olarak biz bunu zaten tarihte yaptık bugün de yapmaya devam ediyoruz ve gelecekte de yapmamız gerekiyor. Mesela Suriye meselesinde olduğu gibi, biz Suriye meselesinde de -sonuçta ne olursa olsun Esad tabii ki büyük hatalar yapmıştır, kendi halkına zulüm etmiştir ama- Esad yönetimini tanımadan, Esad’sız bir Suriye dizayn edilemeyeceğini bugün anlamaya başladık. Mısır’da biliyorsunuz Sisi darbe yaparak Müslüman kardeşleri ortadan kaldırdı, Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’yi hapse atmasından sonra -biliyorsunuz zaten yakın zamanda kendisini vefat etti- biz Mısır’a karşı tepkilerimizi ortaya koyduk ve darbeci bir devleti tanıyamayacağımızı ifade ettik.  Burada zaten darbeler tarihinden büyük sıkıntılar çekmiş olan Türkiye’nin, darbeyle işbaşına gelmiş olan bir devlet başkanını hoş karşılaması tabii ki mümkün değil. Ama sonuçta uluslararası ilişkiler ve devletler arası ilişkiler devam ediyor. Mısır bugün uluslararası ilişkilerde, uluslararası diplomaside tanınan bir devletse ve bu coğrafyanın gerçekten önemli bir ülkesiyse, Türkiye ulusal çıkarları gereği Mısır ile de ortak benzeri bir platform oluşturabilir. Hatta ve hatta buna İsrail’i de katabileceğimizi düşünüyorum. Hatta ve hatta Yunanistan’la bile belki burada ortak zeminde buluşarak bir mutabakat zemini oluşturabiliriz. Burada karşılıklı iyi niyet önemli. Türkiye tüm iyi niyetlerini göstermesine karşın karşı taraftan bunu göremezse tabii ki yapacak bir şey yok. Ama İsrail, Mısır ve Yunanistan bunlar da çok iyi biliyorlar ki Doğu Akdeniz coğrafyasından çıkarılacak olan petrol ve doğalgaz kaynaklarının en ucuz şekilde Avrupa’ya ulaştırılmasında Türkiye’nin büyük bir önemi var. Türkiye toprakları kullanılarak, Türkiye üzerinden geçecek boru hatlarıyla Avrupa’ya ulaştıracak olan enerjinin maliyeti son derece düşük olacak. Onlar da bunu biliyorlar. Bu konuda özellikle, “Oyunbozan Türkiye’dir” gibi bir algı yaratmak üzere Türkiye’nin üzerine oynanan bir oyun var. Bunu da görmemiz gerekiyor. Mısır’la da olabilir mi? Tabii ki söz konusu, olabilir. Özellikle Arap Baharı sonrası süreç, Arap Baharı’nın nereye gideceği de belli değil. Bugün Suriye’de yapmış olduğumuz operasyonlar sonrası bir düzen tesis etmeye çalışıyoruz fakat bundan sonra PYD’nin, Esad rejiminin veya diğer muhalif grupların nereye evrileceği belli değil. Ama biz özellikle bu Mavi Vatan dediğimiz coğrafyada söz sahibi olacaksak, Doğu Akdeniz ülkelerinin de bu diplomasi masasında yerini alması gerektiğini söylememiz gerekiyor. Toparlamamız gerekirse Türkiye, dediğimiz gibi tarihi boyunca zaten hep barışın yanında olmuş, barışı savunmuş bir devlettir. Hiçbir zaman için sözde barış anlaşmalarını başka bir savaş için kullanacak devletler kategorisinde olmamıştır. Fakat biliyorsunuz, tarihe baktığımız zaman her barış anlaşması aslında bir sonraki savaşların kuluçka evresi olmuştur. Fakat Türkiye hiçbir zaman için böyle bir kategori içerisinde yer almamıştır. Dolayısıyla rasyonel ve akılcı bir diplomasi yoluyla Doğu Akdeniz coğrafyasında da söz sahibi olacağız. Zaten bu bizim bölgesel sorumluluğumuzdur. Bu coğrafyamızın bize sağlamış olduğu önemli bir sorumluluktur. Tıpkı ünlü İslam düşünürü İbn-i Haldun’un ve ünlü komutan Napolyon’un söylemiş olduğu gibi, coğrafya bir kaderdir. İşte bu, coğrafya kader sözünün bence en çok yakıştığı ülke de Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bizim bölgesel sorumluluğumuzu sonuna kadar yerine getireceğimize inanıyorum.

Diğer Söyleşiler