Söyleşiler

Türkiye, Meselenin İnsani Yönüyle İlgilenmelidir Putin Hayranı Olduğu Sovyetler Birliği’nin Taktiğini Uyguluyor TÜRKMENLER, MUKAVEMET VE DİRENİŞ RUHUNU GÖSTERMELİDİR TÜRK MİLLETİ UYAN! DOĞU TÜRKİSTAN’DA SOYKIRIM VAR! İran Türklüğünün Esas Gayesi, Millî ve Siyâsî Kimliğimizin Yeniden İhyasıdır Olayların Sosyal, Siyasî ve Ekonomik Sebepleri Var ADI DEVLET OLSUN
Türkiye-ABD ilişkileri “zoraki birliktelik” bağlamında devam etmektedir

Türkiye-ABD ilişkileri “zoraki birliktelik” bağlamında devam etmektedir

Kırıkkale Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Kürşat Korkmaz ile CAATSA yaptırımlarını konuştuk.

ABD’nin, Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası (CAATSA) kapsamında Savunma Sanayii Başkanlığımıza ve Başkan İsmail Demir’in de aralarında bulunduğu dört kurum yetkilisine yönelik yaptırımları yürürlüğe girdi. Öncelikle CAATSA yaptırımları ve uygulanan yaptırımların gerekçelerinden bahseder misiniz?

Türkiye’nin Rus hava savunma sistemi S-400’ü tercih etmesi, CAATSA yaptırımlarını tetiklemiştir diyebiliriz. CAATSA yaptırımları, 2 Ağustos 2017 tarihinde ABD kongresinin her iki kanadından yani Temsilciler Meclisi ve Senato’dan büyük bir oy çokluğuyla geçmesiyle beraber onaylanmıştı. Bu yasanın asıl amacının, 2017’de Rusların seçimlere dâhil olmasından mütevellit çıkarıldığını söyleyebiliriz. Söz konusu yasanın ana hedefi, ilk olarak ABD’nin hasımları olarak görülen Rusya, İran ve Kuzey Kore ile mücadeledir. Ancak sadece bu devletlere yönelik bir yasa olmayıp farklı yaptırımlar da içermektedir. Genel olarak ABD’nin düşmanlarına karşı uygulanacak bir yasa hükmüne bağlanmıştır.

Bu yaptırım yasasının Türkiye’ye karşı uygulanmasında iki önemli nokta öne çıkmaktadır: Birincisi, ABD ilk defa müttefik ülke olarak tanımladığı ve NATO şemsiyesi altında beraber olduğu bir ülke olan Türkiye’ye karşı yaptırım uygulamıştır. İkinci olarak da ABD’nin, Türkiye’yi hasımlarıyla beraber iş yapan ülke olarak mı yoksa bir düşman ülke olarak mı algıladığı meselesi vardır.

NATO üyesi olan Yunanistan, Bulgaristan ve Slovakya’nın Rus yapımı olan S-300 füze sistemine sahip olması bir tehdit ve tehlike olarak görülmemiş ve herhangi bir krize neden olmamıştır. Türkiye’nin S-400’e sahip olma ihtimali ise Amerika tarafından bir tehdit olarak görülmüş ve dikkat çekici bir gelişme olarak ortaya konmuştur.

Savunma Sanayii Başkanlığımızın ABD’den ihracat lisansı alamayacağı, ABD’nin ve bağlantılı olduğu uluslararası finans kuruluşlarının kredilerinden faydalanamayacağı belirtiliyor. Bu durum savunma sanayiimizi nasıl etkileyecektir?

Bu yasa çerçevesinde Türkiye’nin Amerika’daki birtakım kurumlardan kredi alamayacağı yönündeki maddeyi özellikle F-35’lerle ilişkilendirebiliriz. Türkiye, parasını vermiş olduğu, birçok yönden projeye dâhil olduğu ve tedarik sağlamış olduğu programdan devre dışı bırakılmıştı. Türk tarihi içerisinde Türk-Amerikan ilişkilerine baktığımızda Türkiye’nin parasını verip de alamadığı bir silah olmamıştır. Özellikle, 1994 yılında Tansu Çiller döneminde Türkiye’nin 435 milyon dolarlık bir silah alımı olmuştu. Bu silahların verilmesi Amerikan kongresine takılmıştı fakat daha sonra biz bu silahları aldık. F-35’lerde de parasını verdiğimiz ve tedarik sürecinde bulunduğumuz bir projeden çıkarılmış gibi gözüküyoruz ama biz bu uçakları alacağız. ABD bu uçakları er geç verecektir.

Savunma sanayiinin geldiği noktaya baktığımızda ise artık yaklaşık %70 civarında yerlilik oranına ulaştığımızı görmekteyiz. Ortaya konulan ürünlerin ve envanter içerisinde bulunan savaş malzemelerinin sahada kullanılması yönünden Türkiye avantajlı durumdadır. Özellikle Suriye’de, Dağlık Karabağ’da ve Libya’daki süreçler içerisinde Türkiye, savunma sanayii noktasında ortaya konulan ürünlerini sahada kullanmıştır. Dünyada genel anlamda savunma sanayii ile ilgili ortaya konulan ürünlerin sahada kullanılması noktasında Türkiye eşsiz bir konumdadır. Dolayısıyla bu anlamda Türkiye’nin Amerikan firmalarına ve finans sistemlerine ihtiyacı yoktur. Kurmuş olduğumuz network ağı ile de bu yaptırım maddelerinden çok fazla etkileneceğimizi düşünmüyorum. Türkiye’nin bulunmuş olduğu coğrafyaya ve müdahil olduğu alanlara baktığımız zaman bu konuda herhangi bir sorun yaşayacağımızı düşünmüyorum.

Devletimiz ve bilhassa Savunma Sanayii Başkanlığımız ilgili yaptırımlar karşısında nasıl bir yol izlemelidir?

1974’teki Kıbrıs Harekâtı sırasında Amerika tarafından Türkiye’ye karşı ambargo uygulanmıştı. Türkiye’ye karşı uygulanan bu silah ambargosu bizi köşeye sıkıştıracak bir hamle olarak düşünülmüştü fakat Türkiye bu zorluğa ve uygulanan ambargoya karşı kendi hamlelerini yapmış ve bunun sonucunda da Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nı kurmuştur. Geldiğimiz süreç içerisinde Türkiye, savunma sanayiinde %70’e yakın bir yerlilik oranına ulaşmıştır ve kendi silahını kendi yapacak noktaya gelmiştir. Özellikle alt yapı konusunda ve yan ürünlerin tedariki noktasında Türkiye’nin herhangi bir sıkıntısı yoktur.

Yerli muharip deniz aracı, insansız hava araçları, yerli füze ve yerli tank gibi ortaya konulan önemli projelerde ciddi bir noktaya gelinmiştir. Şu anda Türkiye’nin atması gereken en önemli adımlardan biri ise stratejik bazı parçalar üretimidir. Gelişen süreçle beraber eksik kalınan bu noktalar da tamamlanacaktır.

Bu yaptırımların bize faydası da olabilecektir. Mesela Türkiye, Yerli Füze Kalkanı Sistemi Projesi’ni başlatmış durumdadır. Türkiye’ye karşı uygulanan yaptırımlarla beraber yerlilik oranını daha da arttıracak ve eksik kalan noktalarda da daha hızlı adımlar atacaktır. Tarih içerisinde karşılaşmış olduğumuz zorlukları aşma noktasındaki irademiz ve gelişen sanayimiz ile birlikte bu zorlukları aşacağız.             

Yaptırımlara gerekçe gösterilen başta S-400 meselesi nasıl bir çözüme kavuşturulacaktır ve bu yaptırımların devamı gelecek midir?

Biz S-400’leri neden tercih ettik? Türkiye “Ateş Çemberi” diye tabir edilen bir coğrafyada bulunmaktadır. Nitekim çevresinde; Orta Doğu’da, Balkanlarda, Kafkaslarda, Doğu Akdeniz’de istikrarın olmaması ve son olarak da Türkiye’nin 2011 Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan yasa dışı, devlet olmayan örgütler tarafından tehdit edilmesi, Türkiye’yi hava savunma sistemi edinme ihtiyacına itti. Bundan önce de 2000’li yıllardan itibaren Türkiye, füze kalkanı oluşturmak veya dışarıdan almak için çalışmalar başlatmıştı. Sonuçta da 2006’da NATO içerisinde en önemli müttefikimiz olan ABD’den Patriot Hava Savunma Sistemi istedik. Ancak ABD, işi yokuşa sürdü. İlk başlarda “Patriot Sistemi’nin verilmesi kararını kongreden geçiremeyiz” veya “kongreden geçirmek uzun sürer” gibi bir takım oyalayıcı taktiklerde bulundular. Nihâî aşamaya geldiğimiz zaman “Patriot sistemini veririz” dediler ama burada da karşımıza üç tane sorun çıkardılar.

İlk sorun, Patriot sisteminin kontrol merkezinin Türkiye’de değil Almanya’daki NATO karargâhında olacak olmasıydı. Yani eğer Türkiye, Patriot Hava Savunma Sistemi’ni alırsa kontrol merkezi Türkiye’de değil Almanya’da Amerikalı bir kontrol subayının kontrolünde olacak. Türkiye’ye herhangi bir saldırı olduğu zaman düğmeye basacak birim bir Türk subayı olmayacak, Türk subayı ikinci konumda olacak.

İkinci sorun ise sistemin yerleştirileceği konumdu. Patriot Sistemi, Türkiye’nin değil ABD’nin belirleyeceği bir yere kurulacaktı. Yani Türkiye, Patriot Hava Savunma Sistemi’ni aldığında füze rampalarını kendi uygun gördüğü yerlere yerleştiremiyor. Mesela Türkiye, tehdidi güney sınırlarından yani Suriye’den veya Irak’tan daha doğrusu PKK’dan, PYD’den alır ve Diyarbakır’a ya da Hakkari’ye rampa koymak isterse veya Doğu Akdeniz’de Yunanistan’dan gelecek hava saldırılarını düşünerek rampaları Ege Bölgesi’nde veya Akdeniz Bölgesi’nde kurmak isterse; buna Türk değil Amerikalı yetkililer karar verecek. Mesela Amerikalılar Bayburt ve Erzurum gibi çok alakasız yerlere koymak isteyecekler. Yani parasını verip alacağımız silahları koyacağımız yer konusunda bağımsız davranmamızı istemiyorlar.

Üçüncü sorun ise bizimle teknolojik iş birliğine girmemeleriydi. Biraz önce bahsettiğimiz gibi Türkiye kendi hava savunma sistemini yapmak için projelendirmeyi bitirdi. Bununla ilgili altyapı sağlamak için iş birliği arayışları içerisine girdi fakat Amerikalılar, NATO üyesi olan Türkiye ile Patriot Hava Savunma Sistemi içerisindeki teknolojik iş birliğine kapıları kapattılar ama NATO üyesi olmayan Yeni Zelanda ve İsveç ile teknolojik iş birliği yapma konusuna oldukça olumlu yaklaşıyorlar. Yani bu ülkeler ABD ile iş birliği yapabiliyorlar ama Türkiye, ABD ile iş birliği yapamıyor. Bunun da ortaya konulması lazım. Yaşananlardan sonra 2012 yılında bir ihale ile Türkiye kendi hava savunma sistemini yapma konusunda bir Çin firmasıyla anlaştı. Fakat Çin firması bir takım teknik nedenlerden dolayı hava savunma sistemini yapamayacağı için ihaleden çıktı ve proje iptal edildi. Daha sonra da Türkiye gelişen süreç sonucunda S-400 konusunda Ruslarla anlaştı. Yer konusunda Türkiye, rampaları istediği yere konuşlandırabilecek, sistemin kontrol merkezi Türkiye’de olacak ve Türkiye, S-500 projesinde Ruslar ile iş birliğine girebilecek. Ruslar bu noktada Türkiye’ye ayrıcalık tanıyorlar. Sonuçta da Türkiye S-400’leri tercih etti ama yıllarca Amerikalı yetkililere şunu söyledi: “Bizim Patriot hava savunma sistemi ihtiyacımız var, bunu almak istiyoruz.” Tabi her seferinde Amerikalılar topu taca attılar.

Bu arada, 2012 yılında Suriye rejimi tarafında bir uçağımız düşürülmüştü. Bu sebeple Hollanda ve Almanya, NATO çerçevesinde Patriot Hava Savunma Sistemi’ni Kahramanmaraş’a yerleştirmişti. Fakat daha 6 ay bile dolmadan bu Patriot Sistemleri teknik arızalar bahane edilerek sökülüp götürüldü. Yani NATO’nun güneydoğu kanadını koruyan bir ülke herhangi bir hava savunma sisteminden yoksun durumda. Bu konuda Türk karar alıcıları veya bizler şu soruyu sorabiliriz: Amerika, Türkiye’yi hava savunma sisteminden yoksun bırakmak mı istiyor? En önemli sorulardan bir tanesi budur. Bunun arkasından da Amerika’nın son dönemler içerisinde Türkiye’nin yakın coğrafyasındaki Dedeağaç ile Girit’te askeri üsler kurması ve Türkiye’nin yakın çerçevesi içerisindeki PKK-YPG gibi unsurlarla iş birliği yapması, az önce bahsetmiş olduğumuz soruya birtakım cevaplar da verebiliyor.

Söz konusu yaptırımların devreye girmesiyle birlikte Türkiye ve ABD arasında bir uzlaşı arayışı olur mu ya da Türkiye’nin bu alandaki politikalarından geri adım atması sizce mümkün müdür?

Türk-Amerikan ilişkilerinde esasen Trump dönemi ile oluşan iyileşme beklentisi olumlu bir sonuca da ulaşmamıştır. S-400, F-35 ve PKK/PYD’ye silah yardımı konularında bir ilerleme sağlanamadığı açıktır. Gelinen süreçte Trump seçildiğinde var olan problemlerin zamanla daha da derinleşerek devam ettiği ve bunun yanında ABD’deki bazı kurumlar arasındaki sorunlar yüzünden Türkiye ile ilişkilerin politik çekişme konusuna dönüştüğü anlaşılmaktadır. Bu anlamda, Türk-Amerikan ilişkilerinde Biden’ın S-400 meselesi, CAATSA yaptırımları çerçevesinde F-35 savaş uçaklarının satış iptali, Halkbank davası ve Suriye ile ilgili konularda Türkiye’nin karşısında aynı pozisyonu alacağı açıktır.

Türk-Amerikan ilişkilerinin kendine özgü bir doğası ve dinamizmi bulunmaktadır. Bu iki ülke arasındaki ilişkiler her dönem ayrı bir politik mücadeleyi ve diplomasinin unsurlarını barındırmaktadır. Son dönemde ilişkilerin geleneksel kuram ve kavramların dışında yeni bir kavram ile ortaya konulması ihtiyacı doğrultusunda; ölçülebilir verilerle ortaya konan -benim de literatüre katmış olduğum- “zoraki birliktelik” kavramının iki ülke arasındaki ilişkilerin tanımlanmasında kuşatıcı ve kapsayıcı olduğu görülmüştür. Özellikle bu yılın başında yayınlanan Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) önemli bir stratejik araştırma merkezi olan RAND Corporation’da Türk-Amerikan ilişkilerinin “zor müttefiklik” tabiri ile ortaya konulması ve aynı şekilde ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın da Türkiye ile ilişkileri zor müttefiklik olarak ifade etmesi, “zoraki birliktelik” kavramını teyit edici niteliktedir.

Diğer Söyleşiler