Ayşe Göktürk Tunceroğlu

Tüm yazıları
...

Üzümcü yahut Türk Askeri

Yazar hakkında bilgi henüz girilmedi.

Ayşe Göktürk Tunceroğlu

Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun bir hikâyesi vardır, hikâyeden ziyade bir destan havası taşır: Üzümcü. Bizler lisede okuduk, edebiyat kitaplarımızda bu metin vardı. İnşaallah şimdiki kitaplarda da vardır.

1911’de, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde, savaşların birinin bitmeden ötekinin başladığı buhranlı dönemde kaleme alınmıştır. Üzümcü Türk askeri için, Mehmetçik için yazılmış edebiyatımızdaki belki de ilk methiyedir. Bir yanıyla destan ama öte yanıyla büyük bir realiteyi dile getiren bir hikâyedir.

Ekranlardaki, gazetelerdeki Mehmetçiklerimizi gördükçe Üzümcü’yü hatırlıyorum. Talimler, tatbikatlar sırasında çekilmiş görüntüler… Sınır ötesinden, sınır berisinden, dağ başlarından sıcak çatışma saatlerinde çekilmiş görüntüler; bazen silah elde, bazen dinlenme saatlerinde bir bardak çayın başında askerlerimiz… Hastanelerde yaralanmış yatanlar, baba evlerinde hasret gideren gaziler, sosyal medyada paylaştıkları fotoğraflar, albayraklı tabutlar… O aydınlık, yiğit çehreleri, gülen gözleri gördükçe, dillerinden dökülen mert sözleri dinledikçe Üzümcü’yü hatırlıyorum.

Ahmet Hikmet bir yaz günü Büyükada’da “Çaaavuuşşş” diye bağıra bağıra çavuş üzümü satan bir seyyar satıcıdan üzüm alır ve onun gür sesinde, heybetli gövdesinde, azametli tavırlarında Türk askerinin suretini görür. Heyecanlanır, onu hayranlıkla seyreder ve satırlarıyla yüceltir. O artık satıcı değil, satıcı hüviyetine bürünmüş bir kahramandır. “ (…..) Evin arka penceresine koştum. Üzümcü tepeye varmıştı. Yolun kenarındaki kayanın üstüne küfesini koydu. Ellerini belindeki kızıl kuşağın ön tarafına soktu. Açık göğsü, çıplak, sert baldırlarıyla bir kuvvet âbidesi vaziye­tinde durdu. Mütekebbir, kalın kaşları altında mütehakkim ağır dönen iri gözlerinden fırlayan nazarlarıyla, Marmara’nın dalgalarına, karşıki sahile, mavi göğü, lâcivert deniziyle, altın köpüğü renginde güneşinin ışığıyla mavi gözlü, sarı saçlı bir kıza benzeyen sevimli, sevgili yurdu­nun taşına, toprağına derin derin baktı… Bu bakıştaki es­rar, bu bakıştaki feryad, memleketi için: 

Allah! dedim, yatağana dayandım;

Ben seninçin al kanlara boyandım

beytinin mağrur bir meali idi.”

Yazar bu noktadan sonra o üzümcüyü Türk askeri olarak hayal eder:

“ (….) Bugün uçuk benzinle, yırtık cepkeninle bir vatan kurbanı teslimiyetiyle girdiğin devlet kapısından, asker ocağından, yarın yeni libâsınla, kızıl fesinle bir âmir ku­rumuyla çıkarsın! O zaman, bugünkü zayıf, yarın kavî bir kahraman olur; bastığın yerleri titretirsin! Atın dizgini­ni kavrayıp, kılıcını çektiğin, tüfeğini omuzuna vurup, süngünü taktığın vakit bugünkü köylü, yarın korkunç bir asker olur; âsîleri sindirirsin!..  Tarlanı çapalar, davarını güderken hakaret görürsen bugünkü koyun, yarın yırtıcı bir kaplan kesilir; yuvanı bozanları ezersin!.... Seni böyle bir an içinde değişmiş görenler sanırlar ki bu sağlam vü­cut yalnız asker libâsı giymek, bu sert pençeler yalnız silâh kullanmak, bu kalın ses yalnız siper almak için yara­tılmıştır.

“Senin o tabur hâlinde bir pulat kütlesi katılığında yürürken takındığın o salâbet, o vakarı görüp de, sana güvenmemek, seni sevmemek kabil değildir.

“ (….) O serhadden bu hududa koşuyorsun... Bulgaristan’da ölüyor, Yu­nanistan’da ölüyor, Acemistan’da ölüyor, Sırbistan’da ölüyor; yalnız yurdunda, köyünde ölemiyorsun. Sevgili Ayşeciği doya doya öpemiyor, yavrun Mehmetçiği seve seve büyütemiyorsun…”

Zor, çok zor… Filmleri seyretmek kolay… Masa başlarında, mikrofonlarda, kürsülerde, salonlarda, açık oturumlarda yazmak, konuşmak kolay… İnsan, sınır ötesinde yahut sınır berisinde vatan topraklarının emniyeti için mücadele vermekte olan Mehmetçikleri düşündüğünde konuşmaktan da yazmaktan da utanıyor! Kan veren, can veren onlar; çene yarıştıran, kalem oynatan biz… Biz onların hakkını ödeyemeyiz de, onlar bize haklarını helâl ederler mi?

Üzümcü hikâyesinin realist tarafı da şudur ki: Türk askeri deyince önce Türk köylüsü ve kasabalısı anlaşılmaktadır. Ve bu asker huduttan hududa koşmaktan, kullandığı sapanın demirini tarlanın ortasında bırakıp tüfeğin çeliğine sarılmaktan” çalışmaya, üretmeye, zenginleşmeye, yaşamaya vakit bulamamıştır! Osmanlı Devleti’nde Yeniçeri Ocağı kaldırılıp da -olabildiği kadar- modern ordu düzenine geçildikten, mecburî askerlik hizmeti getirildikten sonraki eşitsizlikler, adaletsizlikler 1909 yılında çıkarılan kanunla düzeltilmeye çalışıldı. O zamana kadar kimler askerlik yapmazdı bilir misiniz? Sayalım:

İstanbullu olanlar, hatta başka bir şehirde oturduğu halde “İstanbul doğumlu” olanlar. Müslüman olmayanlar. Bedel parası öderlerdi. Müslüman olmayanlar mebus olurlar, nâzır olurlar ama asker olmazlardı!

Sonra zengin Müslümanlar. Para öderler veya kendi yerlerine bedel olarak bir başkasını gönderirlerdi.

Sonra Hicaz ahalisi.

Medrese talebeleri, müderrisler, imamlar, tekke şeyhleri.

Devlet memurları.

Bütün bunlar askerlik hizmeti yapmazlardı. Geriye kim kalıyor? Üzümcü!

Hâlâ biraz böyle değil mi?