Rahmetli Barış Manço, 1998 yılında vefatından kısa süre önce katıldığı bir televizyon programında, Cumhuriyet’in ikinci yarısı olarak nitelendirebileceğimiz 1950’lerden sonra Türk müzik türlerinde garip değişiklikler yaşandığına dikkat çekiyor. Bu değişikliklerin Türkiye’de neredeyse her 10 yılda bir ortaya çıktığını vurguluyor. Ayrıca bu değişimlerin bazen çok sert, bazen orta sert, bazen de hafif geçişlerle gerçekleştiğini belirtiyor.
Barış Manço aslında burada önemli bir konuya temas ediyor. Müzik ve müzik türlerinin insan psikolojisi üzerindeki güçlü etkisi herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Belki de bazı müzik türlerinin dinimizce sakıncalı görülmesinin hikmeti de bundandır. Bir film düşünün: Normal bir sahne, gerilim müziği eşliğinde verildiğinde insanı ister istemez geren bir hâl alıyor; duygusal bir müzikle ise aynı sahnenin bambaşka bir etki bıraktığını görüyoruz. Hatta dünyaca ünlü bazı yönetmenler, duyguları manipüle ettiği gerekçesiyle filmlerinde ya çok az müzik kullanıyor ya da hiç kullanmıyor.
Günümüzde ise internet ve sosyal medyanın her tarafımızı kuşattığı bir çağda artık gereksiz ve zararlı müziklerden kaçmak mümkün değil. Sokakta, çarşıda, pazarda, evde, telefonda… Her yerde bu müzik türlerine mecburen maruz kalıyoruz. Biz karşı olsak bile evlatlarımız, çocuklarımız, gençlerimiz bu müzikleri maalesef dinliyor. Bu ritimler o kadar çoğaldı ki artık bunu masum görmüyorum; bizim kendi musikimize yer kalmadı. Bunca zararlı müziğin içinde bizim musikimizin sesi çok cılız şekilde duyulmaya başladı.
Ben müziği şırıngaya benzetiyorum. Şırınganın içindeki merhem de sözlerdir. O merhemin damarlarımıza, kanımıza geçmesi ise musikinin etkisiyle daha hızlı oluyor. Eski musikilerimizi dinleyin, sözlerine kulak verin; neredeyse tamamı hikmetli sözlerden oluşur. Azerbaycan’ın eski müziklerine veya Irak Türkmen türkülerine kulak verin ya büyük şairlerin mısralarından bestelenmiştir ya da halk hoyratlarından. İşte bu yüzden o musikiler ruhumuza işliyordur.
Bir de günümüzde özellikle gençleri zehirleyen müzikleri dinleyin. Çoğu, içimizdeki hayvanî duyguları veya şiddet eğilimlerini kabartan ritimlerden ve anlamsız, dışarıda söylesen seni sapık ya da deli zannedecek sözlerden ibaret. İşte bugün ruhumuz ve kulaklarımız bunlarla zehirleniyor.
Peki bugün neden bu konuyu işledim? Anlatayım: Biz de istemesek bile bu zehre dışarıdan maruz kalıyoruz ve ancak gerçek musikiyi dinleyince ne kadar zehirlendiğimizi fark ediyoruz. Bu durum, şehir hayatından bir anda dağlara, kırlara çıkıp temiz havayı ciğerlerine çekince hissedilen ferahlığa benziyor.
İşte bu ferahlığı birkaç gün önce Konya Töre Devlet Kitabevi’nde yaşadık. Yeni Ufuk Dergisi’nde Fatime Akgül kardeşimize ait olan “O Şafak Vaktinin Cihangiri: "Cinuçen Tanrıkorur"” yazısını okuyorduk. Yazının değerlendirmesinde Türk musikisinin değeri ve bu meseleye ömrünü veren Cinuçen Tanrıkorur’un hatırası anıldı. Okumadan sonra ise bizzat Fatime kardeşimiz ve arkadaşı tarafından bir Türk musikisi ziyafeti dinledik.
Gerçekten de vuran her nota, ney ya da kanuna değil, sanki doğrudan yüreğe ve ruha dokunuyordu. Meğer ne kadar hasret kalmışız bu duyguya. Bize bu güzel duyguları yaşattıkları ve ruhumuza huzur verdikleri için Konya Töre Devlet Kitabevi’ne teşekkür ederek bu yazıyı noktalıyorum