Geçen gün Konya Töre-Devlet Kitabevi, "Tarihî Süreç İçinde Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Geçiş" adında bir program düzenledi. Programa katılan değerli büyüğümüz Abdullah Topaç Hocamız, Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in nasıl kurulduğu konusunda bilgiler verdi.
Hocamız, yaşananları doğru anlayabilmemiz için Töre-Devlet Yayınları’nın yeni kitabı "Uçta Savaşanlar"ı okumamızı ısrarla tavsiye etti. Normalde okuyacaklarım listesinde gerilerde yer alan bu kitap, hocamızın tavsiyesi üzerine listenin en başına alındı. Bu yazı hazırlanırken de kitabın yalnızca birinci bölümünü bitirmiş bulunuyorum.
Değerli büyüğümüz Himmet Kayhan’ın kaleme aldığı eserin birinci bölümü “Güneyde Kopan Kasırga: Filistin’den Anadolu’ya” başlığını taşıyor. Kitap genel olarak Hatay’daki Kuvayı Milliye’den bahsediyor. Yazar, birinci bölümde adı üstünde Filistin’deki Türk askerlerinin mağlup edilip Anadolu’ya doğru geri çekilişini anlatıyor. Yukarıda belirttiğim gibi henüz yalnızca bu kısmı okudum. Sadece 30 sayfalık bir bölüm olmasına rağmen taşıdığı ağırlık belki de otuz bin sayfalık kitaplarda bulunmaz.
Bu bölüm öyle bir oturuşta okunacak, kolayca hazmedilecek türden değil. Türk ordusunun düşmanla mücadelesinden ziyade, asırlarca birlikte yaşadığımız yerli halkın Türk ordusuna –İslam’ın son ordusuna– karşı gösterdiği düşmanlık insanı kahrediyor. Öğle vakti kavurucu sıcakların, gece ise dondurucu soğukların hüküm sürdüğü çöllerde savaşan Anadolu evlatları; Müslüman topraklarına gâvur ayakları değmesin, İslam’ın izzet-i nefsi lekelenmesin diye mücadele ediyordu. Ancak uğruna savaştıkları insanların bir kısmı Türk askerine düşmandan daha zalimce davranıyordu.
Türk ordusunun geri çekildiği bölgelerdeki köyler bırakın yardım etmeyi, Müslüman Osmanlı askerlerinin üzerine kurşun yağdırıyordu. Elbette hepsi bu kadar mı? Hayır. Yerli kuvvetler ve bedeviler, Türk esirlerine öyle insanlık dışı uygulamalar yapıyordu ki Türk askerleri, asırlarca din kardeşi bildiği bu isyancı kuvvetlerin zulmünden kurtulmak için İngilizlere sığınıyor, adeta onları bu insanların elinden kurtarmaya çağırıyordu.
Düşünün ki İngilizler kıt imkânlar sebebiyle Türk esirlerini almak istemediği hâlde bizim askerler, isyancı yerli kabilelerin zulmünden kurtulmak için İngilizlere yalvarıyordu. Sonunda İngilizler acıdıkları için esirleri yanlarına alıyordu. Bedeviler, ele geçirdikleri Türk esirlerini yerli halkın bulunduğu köylerden geçirince halk askerlerimizin üzerine çullanıp linç etmeye kalkıyordu. Ne gariptir ki esirlere insanlık dışı muamele eden bu bedevi gruplar, böyle anlarda Türk askerlerini yerli halkın elinden zorla alıyordu.
İzzet ve şereflerini borçlu oldukları Osmanlı’nın yetiştirdiği kimi yerli liderler, İngiliz ve isyancı kuvvetler yaklaşınca maiyetleriyle birlikte hemen saf değiştirip düşman tarafına geçiyordu. İngiliz ve isyancı kuvvetler şehirleri birer birer Türklerden alırken, yerli halk sokaklara çıkarak günlerce bayram ediyor; kendilerini “Türklerden kurtardıkları” için İngiliz ve isyancı gruplara şükranlarını sunuyor ve Türkler aleyhine nefretlerini kusuyordu.
Kitabı okuyacakları düşünerek daha fazla ayrıntı vermek istemiyorum; ancak bunları yazmadan da kendimi alamadım. Geriye dönüp baktığımızda görüyoruz ki biz o topraklardan çekildikten sonra oralarda adalet, huzur ve düzen bir daha tam anlamıyla tesis edilemedi. Çünkü Abdullah Topaç Hoca’nın da dediği gibi:
“Türk milletini zaafa uğratmak dine de ihanettir, tarihe de ihanettir, geçmişe de ihanettir, geleceğe de ihanettir.”