Çok şükür. Allah nasip etti; bu yılki 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı Konya Töre Devlet Kitabevi’nde kutladık. Her şey çok güzel, çok anlamlı ve yerli yerindeydi. 10 yıldır Türkiye’deyim ve ilk defa bir Cumhuriyet Bayramı’nı bu ruhla kutladım. Bunun için Töre Devlet Kitabevi’ne gerçekten minnettarım.
Fakat bana göre programın en tesirli kısmı, bu özel günde bizi yalnız bırakmayarak bayram akşamımıza iştirak eden değerli büyüğümüz Abdullah Topaç’ın konuşması oldu diyebilirim. Kitabevi sorumlusu Faruk Hocamız, “Efendim, Cumhuriyet konusunda siz değerli hocamızın da kelamlarını dinlemek isteriz.” şeklindeki ricası üzerine Abdullah Hocamız gönlümüzdeki ve ruhumuzdaki o ateşi tekrar harladı. Bu yazıda size de o konuşmadan aklımda kalanları aktarmak istiyorum.
Abdullah Hoca konuşmasına, Simurg kuşunun hikayesiyle başladı. Hikayeden aklımda kalanlar şöyleydi:
Uzak dağların ve obaların ardında bir Kaf Dağı varmış. Derler ki dünyadaki tüm kuşların lideri olan Simurg adındaki efsanevi bir kuş orada yaşarmış. Fakat bugüne kadar hiç kimse Simurg’u ne görmüş ne de duymuştur. Gel zaman git zaman, kuşların üstesinden gelemedikleri sorunlar ortaya çıkmış. Dünyadaki tüm kuşlar bir araya gelerek bu sorunlara çare bulmak için Simurg’a varmayı düşünmüşler; çünkü bunun üstesinden ancak o gelebilirmiş.
Ve tüm kuşlar yola çıkmışlar. Ancak zorluklar ve imtihanlarla dolu olan bu uzun yolu sadece otuz kuş geçebilmiş. En sonunda Simurg’un yuvasına ulaşmışlar. Ama ne görsünler! Yuvada sadece bir kâğıt ve bir kalem varmış. Kâğıtta ise tek satır bir yazı:
“Tüm zorluklara katlanarak buraya ulaşabilenler, gerçek Simurg sizlersiniz.”
Bu hikayeden hemen sonra Abdullah Hoca, Cumhuriyeti kuranların gerçek Simurg olduklarını söyledi. Ardından yüzünü salondakilere dönere:
“Zorluklara aldırmadan mücadelesine devam eden her bir Türk milliyetçisi birer Simurg’tur. Sizler Simurg’larısınız.” dedi.
Gerçekten çok etkilenmiştik. Hoca sözlerine devam ederek Selçukluların Dandanakan Savaşı’na giderken kadın, çocuk ve tüm varlıklarını bir vadide topladıklarından bahsetti. Selçuklu askerlerinin, ailelerine yaptıkları konuşmada şöyle dediklerini aktardı:
“Eğer biz galip gelirsek ne âlâ, gelip sizi alırız. Eğer yenilirsek, hayvanlarımızı besleyin, çocuklarımızı büyütün ve kemale erince onları da bizim yolumuzdan gönderin.”
Selçukluların bu inançla Dandanakan’ı kazanıp batıya doğru genişlediklerinden bahseden Hoca, bu ilerleyişin 1683 yılındaki Viyana bozgununa kadar sürdüğünü vurguladı. Ancak bu tarihten sonra çözülmelerin başladığını, nihayetinde 93 Harbi’nde yüzbinlerce şehit verdiğimizi; Balkan Harbi’nde ise asırlarca vatan bildiğimiz topraklardan çekilmek zorunda kaldığımızı anlattı.
Tüm bunlara rağmen Çanakkale’de bir destan yazıldığını hatırlatan Hoca, mağlubiyetlerin ardından sürecin 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’ne ve vatanın topyekûn elden çıkmasına kadar geldiğini belirtti.
Peki sonra ne oldu?
Namık Kemal’in yıllar önce yazdığı “Vatan Mersiyesi”ndeki şu dizeleri hatırlattı:
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok imiş kurtaracak bahtı kara mâderini.”
Ve ardından bir Bozkurt’un bu dizelere şöyle cevap verdiğini söyledi:
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Elbet bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini.”
İşte o Bozkurt, Mustafa Kemal Atatürk’tü.
Mustafa Kemal Paşa ve birkaç kişi, vatanın geleceğini omuzlayarak 1919 senesinde Samsun’a çıktı. Dikkatlice yapılan plan ve programdan sonra Amasya’da ilk kez yaşananların gerçek teşhisini ve çözümünü ilan etti. Neydi o teşhis ve çözüm? Cevabı Amasya Tamimi’nde geçen şu ifadelerdeydi:
“Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir.”
“Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”
Hemen arkasından Erzurum ve Sivas Kongreleri, Ankara’ya geliş, Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, Türk milletinin topyekûn savaşa atılması, vatan topraklarının kurtuluşu ve nihayet 29 Ekim 1923’te Türk Milleti ve Türk Devleti’nin yeniden var oluşu…
Hocamız konuşmasını "Mulkiye Marşı"nın dizelerle bitirdi. Ben de bu yazıyı aynı dizelerle bitirmek istiyorum. Zira bu sözlerin üstüne başka söz söylenmez:
“Ey vatan, gözyaşların dinsin; yetiştik çünkü biz…”